Coplardan Gözetim Sistemine

  • 23.10.2025 20:49
Coplardan Gözetim Sistemine

 

İsmail Patel’in makalesi, Britanya’nın Filistin yanlısı protestolara verdiği tepkileri özgürlük ve demokrasi iddiası bağlamında değerlendiriyor. Devletin yasa, söylem ve güvenlik politikalarıyla protestocuları “tehdit” olarak tanımlayıp toplumsal denetim kuruşuna dikkat çekiyor. Bu baskı, aktivistlerin oto-sansür uygulamasına yol açsa da kamuoyunda Filistin’le dayanışma giderek artmıştır. Patel, bu direnişi devletin sömürgeci bilgi ve güç düzenine karşı ahlaki ve epistemik bir meydan okuma olarak yorumluyor.

 

Britanya’nın Filistin yanlısı protestolara verdiği tepki, siyasi söylem, yasalar ve polisliğin yalnızca tarafsız birer prosedürler dizisi olduğu yanılgısını gözler önüne seriyor. Oysa bunlar, belirli türde özneler üreten bir bilgi, kurum ve uygulama ağını oluşturur; protestocuları “tehlikeli”, geri kalan “saygın vatandaşları” ise güvenli olarak kurgular. “Kamu düzeni” olarak sunulan şey, aslında bedenleri disipline eden, konuşmayı denetleyen ve hükümetin epistemik (bilgisel) ve ahlaki otoritesini güvenceye alan bir rejim olarak daha doğru anlaşılabilir.

Liberal demokrasinin ayırt edici niteliklerinden biri olarak toplanma ve ifade özgürlüğü gösterilir. Fakat özgürlük hiçbir zaman sadece “var” ya da “yok” değildir; kimlerin konuşabileceğini, nasıl konuşabileceğini ve hangi acıların siyasal olarak anlaşılabilir sayılacağını belirleyen söylemsel sınırlar yoluyla üretilir. Nerede protesto yapılabileceğine, hangi imgelerin gösterilebileceğine ve hangi sloganların kullanılabileceğine ilişkin kurallar, aslında yönetimsellik teknikleri olarak işler. Bu sınırlar, kabul edilebilir öznelik alanlarını belirler ve izin verilen çerçevenin dışında kalanlar için bir tanınmama siyaseti tesis eder.

Yirmi beş yılı aşkın süredir protesto düzenleme pratiğim —Gazze’deki soykırıma karşı düzenlenen otuzdan fazla ulusal Londra yürüyüşü de dahil olmak üzere— muhalefetin polis tarafından nasıl denetlendiğini gösteriyor. Bu denetim yalnızca doğrudan emirlerle değil, üretici kısıtlamalar aracılığıyla işliyor. Devletin müdahaleleri, aktivistlerin kendi kendilerini denetleme alışkanlıklarını yerleştiriyor; eylemciler “yasal” protestonun nasıl görünmesi gerektiğine dair normları içselleştiriyor, yaptırıma uğramamak için söylem ve eylem repertuarlarını daraltıyor. Bu, yönetimselliğin işleyişidir — güç sadece zor kullanarak değil, davranışı ve arzuyu biçimlendirerek de yönetir.

Ekim 2023’ten bu yana siyasi söylem, Filistin yanlısı dayanışmayı bir iç tehdit olarak çerçeveledi; onu güvenlikçi bir “öteki” haline getirdi. Sözcükler önemlidir. Eski İçişleri Bakanı Suella Braverman, barışçıl yürüyüşlerimizi meşum bir şekilde “nefret yürüyüşleri” olarak nitelendirdiğinde ve dönemin Başbakanı Rishi Sunak, “çete kuralının demokratik kuralın yerini aldığını” söylediğinde, farklı yaşlardan, inançlardan ve etnik kökenlerden insanların oluşturduğu bir topluluğu tektip bir tehdit olarak yeniden tanımlayan bir söylem eylemi gerçekleştirmiş oluyorlardı. Bu söylemsel “ötekileştirme”, hukuki önlemlerin önkoşuludur. Siyasi sınıfın söylemi, protestocuyu “kontrol altına alınması gereken bir figür” olarak inşa eder. Bu politikayı, Başbakan Keir Starmer döneminde hükümet, polis yetkilerini genişleterek sürdürdü.

Yasalar ve idari önlemler, Muhafazakâr hükümet döneminde başlayıp Filistin yanlısı protestoları patolojikleştiren bir çizgide ilerledi. Şubat 2024’te İçişleri Bakanlığı, polise protestolarda yüzünü kapatan herkesi tutuklama yetkisi vereceğini açıkladı. Bu önlem, Müslüman kadınları, hasta bireyleri ve İsrail yanlısı gözlerden korunmak isteyen insanları suçlu konumuna getiren bir düzenlemeydi. Ardından, polis yürüyüş güzergâhlarını, başlangıç ve bitiş saatlerini belirledi; hatta “bir ibadethane yakınında” yapılacak yürüyüşleri yasakladı.

Ocak 2025’te, örneğin, polis BBC’nin Londra binasının yakınında Filistin yanlısı toplanmaları, bir sinagogun yakınlığını gerekçe göstererek yasakladı. Benzer biçimde, organizatörlere İsrail Büyükelçiliği’nden uzak durma zorunluluğu getirildi. Haziran 2025’te bir milletvekili, “yakın çevre” ve “makul sıkılık” gibi ifadelerin kasıtlı olarak belirsiz bırakıldığını, bunun da toplanma özgürlüğü için yeni bir ‘düşmanca ortam’ yarattığını uyardı.

Bu emirler sadece davranışı düzenlemekle kalmaz; bilgisel bir hiyerarşi kurar. Filistin yanlısı protestocuların bedenleri “tehdit” olarak aşırı görünür hale getirilirken, Filistinlilerin çektiği acılar, resmi ahlaki söylemler içinde anlaşılmaz kılınır. Böylece protestocu, varlığıyla bile gözetimi ve önleyici kontrolü haklı çıkaran şüpheli özne olarak yeniden biçimlendirilir.

Disipliner aygıt, protesto pratiğinin gündelik işleyişine kadar uzanır. 6 Eylül 2025 mitingi sırasında polis, Gazze’deki açlığın sembolü olan tencere-tava çalma, slogan atma ve megafon kullanma eylemlerini, yalnızca “resmî olarak izin verilen saat”te başlamasına izin vererek kısıtladı. Bunların her biri, devlet gücünün sınırlarını çizdiği alanlara dönüştü. Bu arada, yeni bir durdur-arama yetkisi, neredeyse yalnızca Gazze protestocularına karşı kullanıldı. Polis, “protesto karşıtı durdur-arama” yetkisini 47 kez kullandı; bunların 40’ı Filistin yanlısı yürüyüşlerdeydi — ancak tek bir tutuklama bile yapılmadı. Bu durum, durdur-arama politikasının bir “tehlike kanıtı” olmaktan çok, bir disiplin ritüeli olarak işlediğini gösteriyor: Devletin otoritesini performansla sergileyen ve protestocuların davranışlarını koşullamaya çalışan bir gösteri.

Gözetim, bu disiplinci etkiyi daha da güçlendiriyor. Çevik kuvvet polisleri protestocuları rutin olarak videoya çekiyor; bir Kent polisi memuru, “Free Gaza” (Gazze’ye Özgürlük) pankartı taşıyan bir kadını Terör Yasası kapsamında tehdit etti. “Free Gaza” gibi ifadeler veya hindistan cevizi resimli bir pankart bile “şüpheli söylem” olarak görülüyorsa, bu durum, dayanışma göstergelerinin dahi terörle mücadele çerçeveleriyle okunabildiğini gösterir. Böylece jestlerin, giysilerin ve kelimelerin sürekli yeniden sınıflandırıldığı bir gözetim düzeni oluşur. Bu, insani dayanışma söylemini cezai sorumluluğa indirger; siyasi dayanışmayı, “istenmeyen aktörlerle bağlantı” kanıtına dönüştürür. Bu, bir epistemik şiddettir: Bir felaketi yaşayan ve ona karşı protesto eden bir topluluğa anlamlı bir politik dilin reddedilmesidir.

Burada iktidar ve bilgi birbirini üretir. Siyasi söylem ve ortaya çıkan yasal mimari yalnızca zorlayıcı değildir; kimin meşru, kimin şüpheli olduğuna dair “hakikatler” üretir. Bu hakikatler içselleştirilir. Protestocular kendilerini denetlemeye başlar; muhalefeti evcilleştiren, liberal toplumun işlediği izlenimini koruyan düzeltici önlemler benimserler. Bu dinamikte protesto, dönüştürücü bir kırılma alanı olmaktan çıkar, devletin kendi çelişkilerini yönetme mekanizması haline gelir.

Ancak deneyimlerim gösteriyor ki, bu disiplin hiçbir zaman tamamıyla başarılı değildir. Britanya kamuoyu son iki yılda bu disiplinci müdahalelerle yüzleşti ve karşı-anlatılar üretti. Kamuoyu araştırmaları bunu açıkça gösteriyor: Temmuz 2025 itibarıyla Britanyalıların yaklaşık %62’si Filistinlilerle empati kurduğunu belirtti — çatışma ve disiplin mekanizmalarının başlamasından bu yana görülen en yüksek oran. Bu sırada yüz binlerce kişi her ay Londra’daki yürüyüşlere ve ülke çapındaki yerel protestolara katılmaya devam ediyor.

6 Eylül 2025’te, binlerce insan Parlamento Meydanı’nda Palestine Action grubuna getirilen yasağı protesto etmek için cesurca toplandı; polis yaklaşık 900 kişiyi tutukladı. Filistinlilerle dayanışmanın genişlemesi ve aylık yürüyüşlerin sürmesi, kamuoyunun hükümetin anlatısını nasıl sorguladığını gösteriyor. Bu kitlesel seferberlik —sivil itaatsizlik dahil— güvenlikçi anlatıların sınırlarını ifşa ediyor ve disipliner mekanizmaların direnilebileceğini, bozulabileceğini ve gayri meşrulaştırılabileceğini gösteriyor.

Bu direniş yalnızca biçimsel ya da prosedürel değildir; epistemik ve varoluşsaldır. Britanya kamuoyu, Filistin yaşamının silinmesini reddediyor ve devlet şiddetini meşrulaştıran bilgi biçimlerine meydan okuyor. Bu, meşruiyetin farklı bir dilbilgisini performe eder: ortak insanlıkta, tarihsel bilinçte ve Batı-merkezli müttefikliğin ve onun güncel sonuçlarının devlet onaylı unutuluşuna karşı bir reddiyede temellenir.

Eğer devlet, gözetimi artırarak, durdur-arama uygulamalarını normalleştirerek ve terörle mücadele çerçevelerini yeniden çağırarak baskıyı yoğunlaştırırsa, bu yalnızca uzun zamandır ima edileni açığa çıkaracaktır: Liberal siyasal düzen, vatandaşları ideolojik mantıklarla düzenleyen sömürge-sonrası, Batı-merkezli bir tahayyülü zaten içinde barındırmaktadır. Hükümetin karşı karşıya olduğu mesele, yalnızca idari değildir; mesele, yas tutmayı ve dayanışmayı denetleyen bir aygıtı daha da derinleştirip derinleştirmemek ya da özgür bir Filistin’in sokaklarında dile getirilen ahlaki talebe yanıt verip vermemek meselesidir.

 

İsmail Patel, İngiltere merkezli STK olan Friends of Al-Aqsa’nın Başkanı ve Leeds Üniversitesi’nde Misafir Araştırma Görevlisidir.

 

criticalmuslimstudies.co.uk sitesinden çevrilmiştir.



Yorum Yaz