Ölümü Vesilesiyle Sırrı Süreyya Önder ve Kuşağına Dair

Eskiler gelenekten devraldıkları 3-4 torba malzemeyle (kıssalar, hikayeler torbası, atasözleri torbası, vecizeler torbası, vb.; hepsinin de derdi aynıydı: kıssadan hisse, ibret al deli gönlüm, oğlum kızım) çeşitli dünya hallerini, insanlık durumlarını büyük bir başarıyla dile, sohbete, bilince, genç talebelere, kuşaklara taşırlardı… Bu babamın hikayeler torbasından:
Adam semer hırsızıymış, semer görünce dayanamazmış. Yaşlanmış, hacca gitmiş, tövbe etmiş.
Dönmüş köyüne. Köy yeri, sağa baksa eşek sola baksa eşek, sırtlarında semerler!
İnsan kendini bilmez mi, bakmış olacak gibi değil, tövbesini bozacak.. bir eşeğin sırtında semer görünce hemen yanına varır, okşar sever, sonra da şöyle bir kaldırıp tekrar yerine koyarmış! Bu dursun, en sonda döneceğiz.
Sırrı Süreyya Önder “tek yol devrim, devrimcilik, sosyalizm, Marksizm” mitosuyla beslenmiş büyümüş, o zeminde bir kimlik ve kişilik inşa etmişti. 1962 doğumlu. 5 yıllık devreler, alt-kuşaklar halinde ayıracak olursak, 68 dalgasının son alt-kuşağından. Benim en küçük kardeşimin yaşında. Bu alt-kuşaklar arası ilişkiler ilginçtir, bazen nüanslı birçok şeyi açıkladığı olur. Ummadık taş baş yarar. Zaman zaman alevlenen, merakla takip etmeye çalıştığım İslamcılık, İslamcı kuşaklar, vb., tartışmalarında da benzer şeyler var sanki... Bir yanıyla da psikolojide büyük, ortanca, küçük kardeşler arasındaki ilişki yapılarına yönelik, salt aile içi konumdan türeyen, kişiliğe etkiyen farklılıklarla ilgili araştırmalara da selam gönderiyor!
Ünlü 68’liler denilen kuşak 47’li (Füruzan’ın iyi bir romanı vardır “47’liler”, diye), Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı… Kısaca bu kuşak Türkiye’de başka, mümkün, daha silahsız yolları da olan sosyalist/sol hareketi Küba Devriminin, Che’nin yoluna sokan (gerilla, halk savaşı, kırdan şehire silahlı mücadele, silahlı, çelik çekirdek öncü parti, MDD, vb.) bir tür kurucu kuşaktı. Ve genç ölümleriyle geride kalanları 2 kere bu yola “sürüklediler”, “mecbur ettiler”…
52’lilerin, 57’lilerin (benim kuşak) hiçbir şansı yoktu, birtakım çatallanmalar olsa da aynı yolu yürüdüler.. Geri getirilemeyecek, çay içerken sual edilemeyecek, tartışılamayacak, başlarında “devrim şehitleri” halesi bulunan 47’li ölüler şehitler aşkına, hiç de geç olmayan bir vakitte (1980 ortaları gibi bir tarih hatırlıyorum) devrim olacağına iman ederek, birleştiler bölündüler, toplandılar parçalandılar, uzadılar kısaldılar, ama her durumda 47’lilerin ölümleriyle mühürleyip miras bıraktığı o devrim yolunda öldüler öldürdüler… Bu iki alt-kuşak, diğer bir deyişle, kendilerini bir önceki kuşağa karşı bizzat, doğrudan, ölümüne sorumlu hissettiler, bizzat o miras borcun geri ödeyicisi, o çilenin çekicisi, o vicdan azabının faili, bir tek yol devrim “praksis”inin, bir mecburiyetin kendisi oldular (bu iki kuşak arasında da ciddi farklar vardır, yazdıkça akla geliyor, ilki daha taşralı, ikincisi daha kentli, dinledikleri müzikler, okudukları kitaplar, vb., neyse).
Sosyalist/sol hareketin hayalen (insan hayalleriyle yürür), kalben (hayaller kalpte büyür kalpte ölür) kırılışı 1977’dir (korkunç sembol 1 Mayıs), yani bizim 20 yaşımız! Bir sonraki, 1962’li Sırrı Süreyya Önder alt-kuşağının 15 yaşı.. 12 Eylül 1980 darbesi geldiğinde bu alt-kuşak esas itibariyle çocuk olarak iliştiği bir mitostan (devrim!) yeni yeni çıkıyor, “devrimci mücadeleye” (1970-80) yeni yeni “ısınıyordu”. Doğal olarak bir önceki alt-kuşağın (1952 ve 57’liler) etkisinden (aile içinde küçük kardeş üzerindeki abi-etkisi gibi) yeni yeni sıyrılıyordu.. 12 Eylül darbesinin tarumar ettiği, ortada ilaç için normal bırakmadığı bir ortamda, sanki hiçbir zaman o etkiden sıyrılıp tam kendi yollarına, kendi bahtlarına yürüyemediler… o bir başka bahara kaldı, bırakıldı (Dev-Sol, PKK, vb.). Ve sonraki sosyalist/solun bütün arayış, değişim sürecinde, Türkiye toprağındaki en hakikatli seçeneği, devam yoluyla, normale, normal dünyaya avdet yıllarında (1980 ve sonrası) “devrimcilik, tek yol devrim, sosyalizm” (veya farklı tonlarıyla kemalizm ya da bir tür kema-sosya-lizm) en çok bu alt-kuşağın içinde ukde kaldı (63’lü bir arkadaşım, darbeyi takiben “yenilgiyi kabullenmem bile 10 yılımı aldı” diyor). Çok sert bir çatışma ortamında devrimci olmayı denemişler, ama olmamıştı.. O yüzden sanki ona, o olamayana en çok onlar yandılar, ah ettiler..
Bunun birçok sonuçları oldu, ama ben sadece girişte anlattığım hikayeyi bağlayarak bitiriyorum. Sırrı Süreyya Önder’in, bu ukdeyle, nerede bir semer görse hemen yanaşıp sevip okşadığını, şöyle bir kaldırıp tekrar yerine koyduğunu… nerede bir “tek yol devrim, sosyalizm” iması görse hemen yanaşıp sevip okşadığını, şöyle bir kaldırıp tekrar yerine koyduğunu görürdüm zaman zaman (mesela Gezi’de, 2013 çözüm sürecinde, vb.)… Ama zor ömürlerin, dumurların, hayallerin sonunda gelip durduğu yer, o ukdeyi törpüleyip, o mitosu kendi haline bırakıp, kendisine çıktığı yer güzel bir yerdi. İnşallah o yer, aslında hepimizin aslında olan, fotoğrafımızın arabında, yazımızın asıl suretinde yazılı o Türkiye damarı, Türk ve Kürt solunda ondan sonra da kurumaz, yeşillenerek, dallanarak devam eder.
Allah rahmet etsin, korktuğundan kurtarsın.