Bir Kurgunun İçinde Boğulan Gerçek

Gazze üzerine çekilen her filmi izlemeyi, orada hâlâ nefes alan, hâlâ direnen o insanların sesine bir yankı kazandırmak için bir vazife bilirim. Zira sinema, bir halkın kaderini kaydeden bir aynadır. Fakat bazı aynalar vardır ki, gerçeği göstermektense onu çarpıtır; ışığı yansıtmaz, söndürür. “Once Upon a Time in Gaza” (Bir Zamanlar Gazze’de) işte böyle bir aynadır — bulanık, kirli ve ihanetle buğulanmış…
Bu filmi birkaç dostla birlikte izlemeye gittik. Gazze’yi bilen, o toprakların kokusunu, o çocukların gözlerindeki korkuyu, o kadınların sessiz duasını duymuş biri olarak perdede gördüklerim karşısında dehşete kapıldım. “Bir Zamanlar Gazze’de”, adını bir masaldan ödünç almış, ama içeriğiyle bir Arap-Siyonist propagandasının sinematografik maskesi hâline gelmiş bir eserdir.
Filmden geriye kalanlar: falafel, uyuşturucu, tabanca ve kamera… Bu kelimeler, bir halkın asaletini değil, o halkın karikatürünü çiziyor. Falafel — bir kültürün sembolü iken — burada sefaletin metaforu yapılmış; uyuşturucu — direnişin bir parçası gibi gösterilmiş; tabanca — insanların birbirini katlin simgesi kılınmış; kamera ise — her şeyin sahne, her hakikatin kurgu olduğu hissini uyandırıyor. Oysa Gazze, bir kurgu değil; yanan bir hakikat, kanayan bir vicdandır…
Film, Gazze’yi tıpkı işgalcilerin yaptığı gibi bir kartonpiyer maketinin içine hapsetmiş. Nefesi kesilmiş, betondan gökyüzüyle çevrili o kentin yerine, oyuncak evlerin ve steril laboratuvar duygularının dünyası kurulmuş. Her sahne, insana değil, bir deney tüpüne ait. Diyaloglar, sanki yaşayan insanların değil, soğuk bir ekranın yazdığı cümleler gibi. Kur’an ayetleri ve dini kavramlar bile öyle yerlere yerleştirilmiş ki, insanı dinî kavramlardan nefret ettirecek bir iticilik taşıyor…
Evet, ekranda görünen şey bir çığlık değil; bir klinik sessizliği. Seyirci, vicdanın çağrısına değil, uyuşuk bir meraka hapsediliyor. Filmin sonunda geriye bir duygu değil, bir üşüme hissi kalıyor — “acaba işgalci İsrail uyuşturucu balonlarıyla mı savaşıyor” dedirtecek türden bir soğukluk…
Bu film, yalnızca tarihsel sorumluluktan kaçmıyor; aynı zamanda Siyonist algıya adeta öpücükler gönderiyor. Ne politik olarak dürüst, ne estetik olarak yenilikçi, ne de insani olarak samimi olabiliyor. Gazze yanarken, bu filmdeki ateş sönük bir efekt. İnsanlar göçük altındayken, filmdeki acı plastik bir gösteri. Gerçeğin içinde yanması gereken sanat, burada buz kesmiş bir vitrindir…
“Bir Zamanlar Gazze’de”, üç karakter üzerinden — vatandaş, polis ve uyuşturucu satıcısı — sanki kara bir komedi kurar. Ancak bu komedi, halkın trajedisini anlatmak yerine, onu bir seyirlik hâline getirir. Osama’nın ikiyüzlülüğü, Ebu Sami’nin karanlığı, Yahya’nın çocukça saflığı… Hepsi, Filistin’in gerçeğini değil, Batı’nın görmek istediği karikatürü temsil ediyor…
Filmde Gazzeliler uyuşturucu satar, birbirini vurur, dua ederken bile çıkar hesapları yapar… İşte film, Filistin halkının bu deforme edilmiş imgesini dünyaya taşır. Bu, yalnız sinemasal bir başarısızlık değil; ahlâkî bir cinayettir…
Gazze gibi bir coğrafyada, ölüm bu kadar gerçek, acı bu kadar dokunulabilirken; bir film, yalnızca “kurgu” olarak kalamaz. Ama işte bu film kalmış. Ve belki de asıl trajedi budur: Bir film, vicdanın yerine geçmeye kalktığında, sanat olmaktan çıkar — sessizliğin bile gerisine düşer.
Tarzan ve Arab Nasser kardeşler, bu filmle Filistin’in yangınını söndürmek yerine, Siyonizmin ateşine yağ döküyorlar. Ülkeleri yanarken, onlar uluslararası salonların ışığında alkış topluyorlar. Filmin sponsorlarını gördüğünüzde zaten bütün maskeler düşüyor. “Sanat” diye sunulan şey, emperyalizmin ve işgalcinin yeni dili; “film” diye alkışlanan şey, sömürgeciliğin gülümseyen yüzü…
Bir zamanlar Gazze’de, gerçekten bir hayat vardı. Mavi semasında kuşlar uçar, balıkçılar deniz kıyıdında balık tutar, sokakları çocuk sesleri ile şenlenir, kadınlarının yaptığı ekmeğin kokusu caddeleri sarar, havalimanında dört bir yana uçar, tarlalarında üretilen ürünler Avrupa pazarlarında satılırdı. Filistin’in efsanevi şairi Mahmut Derviş’in dediği gibi:
“Biz hayatı severiz,
ona ulaşmanın bir yolunu bulabildiğimiz sürece…”
Ancak o hayata izin vermiyor işgalciler. O hayat şimdi kül içinde şimdi... Ve bu film, o küllerin üzerinde bir fotoğraf çekmeye çalışan turistin filmidir.
Gazze’nin hakikatine ihanet eden her kelime, her sahne, her gülümseme, tarihin suskun defterinde utançla yazılacaktır. Çünkü bazı filmler yalnız kötü değildir — bazıları, kötülüğün ta kendisidir…