Kur’ân, Şiir ve Estetik Hakikat

Kur’ân, Şiir ve Estetik Hakikat

 

Üstadım Prof. Dr. Mehmet Çelik’e…

Şiire, şair olmak için değil; insan kalabilmek için gidiyorum… İnsanlığın ölçüyü kaybettiği, sözün hızla tüketildiği, kelimelerin anlamını yitirdiği, anlamın gürültüde boğulduğu bu çağda, Kur’ân-ı Kerim okuyan ve anlamaya çalışan biri olarak sığındığım en emin liman şiirdir. Sabah akşam gönlümün susuzluğunu şiirle gideriyorum. Çünkü şiir, insanın kendinden daha yüce olana doğru yürüyüşüdür. Şiir, insanın sadece anlaşılmak değil, arınmak istemesidir.

Şiire gidiyorum; çünkü dünya fazlasıyla sert, fazla hoyrat, fazla ağır… Şiir, bu ağırlığın altında ezilmemek için ruha bağlanan ince bir kanattır. Beni taşıyan şey şairliğim değil, şiirin taşıdığı o yüksek ufuktur. Kendi sesimi duymak için değil yalnızca; başkalarının içindeki saklı güzelliği de işitebilmek için giderim şiire... Hayatım boyunca kalbimdeki boşluğu dolduracak hakikatin iziyle yürüdüm. Şiir bana bunu hatırlattı: İçimdeki âlemi de, dışımdaki dünyayı da aynı anda kavrama kudreti verdi…

Şiir, bana gözümle gördüğümü kalbimle hissetmeyi; kalbimle hissettiğimi ise gözümle görmeyi öğretti. Böylece körlük ferahlığa, kapalılık açıklığa dönüştü. Kalbimin gözünü açtı şiir; gözümün kalbini uyandırdı. Artık bakmak, görmekten ibaret değil benim için. Artık duymak, işitmekten öte…

Şiir, duyuların değil, idrakin sanatıdır. O yüzden şiirden uzaklaşan toplumlar, önce inceliği kaybeder; sonra merhameti; en sonunda da hakikati…

Şiir, felsefenin de doruk noktasıdır… Nietzsche der ki: “Felsefe, şiirin düz yazıya bürünmüş hâlidir.”
Bu söz, düşüncenin özüyle estetiğin ayrılmazlığını işaret eder.

Şiir kelimesi Arapça saç kılı manasına gelen “eş-Şa‘r” kökünden gelir. Saç kılı inceliğinde söz söyleme sanatıdır şiir. Aynı kökten “şuur” doğar: İki kıl arasındaki farkı seçebilme yeteneğidir şuur. “Şiar” da yine aynı menzilden gelir: Dağınık şeyleri bir ideal etrafında toplama şuuru…

Demek ki şiir, şuur ve şiar aynı kökün farklı dallarıdır. Gerçek şair sadece yazan değil; fark eden, ayrıştıran, yön gösterendir. Yani şiir bir ses değil sadece; bir istikamet, bir hakikat çağrısıdır. O şuur ve o şiar bizim “hikmet” dediğimiz şeydir: Hakk ile bilmek, Hakk ile görmek, Hakk’ta müşâhede etmektir.

Arapçada “maş‘ar” yol işareti demektir. “Şi‘râ” ise yol gösteren yıldız… Sirius’tur. Şiir de tıpkı böyle bir yıldızdır: Karanlığın ortasında yön tayin eder.

Bir toplumu anlamak istiyorsanız önce şairlerine bakmalısınız…

Rusya’yı anlamak için Puşkin’i, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Çehov’u, Gogol’u, Gorki’yi, Lermontov’u, Bulgakov’u okumalısınız.
Almanya’yı anlamak için Goethe’yi, Schiller’i, Rilke’yi, Hesse’yi, Heine’yi, Celan’ı, Brecht’i…
Fransa’yı anlamak için Hugo’yu, Baudelaire’i, Rimbaud’yu, Verlaine’i, Mallarmé’yi…
Latin Amerika’yı anlamak için Neruda’yı, Borges’i, Márquez’i, Octavio Paz’ı, Mistral’i, Vallejo’yu…

Çünkü şiir, milletlerin resmi tarihinden daha derin bir hafızadır. Resmî tarih iktidarı anlatır; şiir ruhu anlatır.

Coğrafyamı anlamak isteyen de, haritalara değil önce şairlere bakmalıdır. Çünkü bu topraklarda sınırları devletler değil, kelimeler çizer; çağları ordular değil, mısralar aşar. Bu yüzden Fuzûlî’yi okumadan aşkın çilesi bilinmez; Bâkî’yi bilmeden ihtişamın dili çözülmez; Nedîm’i duymadan zevkin ve zarafetin İstanbul’u anlaşılmaz. Nef‘î’nin gür sesini işitmeden öfkenin estetiği, Nâbî’nin hikmetini tanımadan ahlâkın siyâseti kavranamaz. Şeyh Galib olmadan sır, Mevlâna olmadan hikmet, Yunus Emre olmadan merhamet eksik kalır.

Bu coğrafyada şiir yalnızca sanat değildir; kaderin tercümesidir. Hafız-ı Şîrâzî’yi okumadan ilâhî sarhoşluk, Sa‘dî-i Şîrâzî’yi bilmeden hikmetli tebessüm öğrenilemez. Mütenebbî’yi tanımadan iktidarın dili, Ma‘arrî’yi tanımadan şüphenin asâleti, İbn-i Fârız’ı bilmeden aşkın metafiziği eksik kalır. Daha yakın zamanlarda Nizâr Kabbânî’yle şehirler sevilir, Mahmud Derviş’le vatan kaybedilir ama onur kurtarılır.

Tevfik Fikret’le isyanın vicdanı, Ahmet Haşim’le hüznün musikisi, Mehmet Âkif’le imanın öfkesi, Necip Fazıl’la metafiziğin çığlığı duyulur. Nâzım Hikmet’le dünya büyür, Sezai Karakoç’la diriliş çağrılır, İsmet Özel’le kimlik yaraya dönüşür. Cemal Süreya’da aşk modernleşir, Yahya Kemal’de tarih konuşur…

İşte bu yüzdendir ki: Bir coğrafya toprağıyla değil, şairleriyle anlaşılır. Bir millet siyasi söylemleriyle değil, mısralarıyla ayakta kalır. Ve bir medeniyet en çok, şairleri sustuğunda yıkılır…

Şiirin, belâgatın, mecâzın inceliklerini bilmeyen, Kur’ân-ı Kerim’in derinliğini de tam olarak kavrayamaz. Kur’ân, salt bir hukuk metni değildir. O, insanı karanlıklardan nura çıkaran ilâhî bir hitaptır. Cahillik karanlıktır; nur ise bilginin ta kendisidir…

Kur’ân’ın edebî mucizelerinden biri de belâgatidir. Ne bütünüyle şiirdir, ne bütünüyle nesir. Şiirin güzelliğini taşır; nesrin açıklığını korur; hitabın sarsıcı kuvvetini içerir. Nazmı, aklı ve kalbi aynı anda harekete geçirir. Bu, rastgele seçilmiş bir estetik değil; insanın bütün varlığını kuşatan ilâhî bir dildir…

Kur’ân, câhiliye belâğatına doğrudan i‘câz ile karşılık vermiştir. Yani yalnızca söz söylememiş, sözü aşmıştır. Cahiliyenin belâğatini, kendi mucizevî beyanıyla hükümden düşürmüştür.
İ‘câz, “mucize” kökünden gelir; aciz bırakan, taklit edilemeyen demektir. Kur’ân’ın kendisi başlı başına mucîzü’l-beyândır: Sözü aşan söz, dili aşan ilâhî hitaptır.

Kur’ân güzelliği dışlamaz, bilakis onun dostudur. Çünkü hak ile güzellik (Cemâl, cemil) kardeştir. Hakikatin olduğu yerde estetik vardır.

Bugün hayat bütünüyle değişmiştir. İnsan bilimle, siyasetle, ekonomiyle, krizlerle kuşatılmıştır. Zaman hızlanmış; ruh ağırlaşmıştır. Modern çağ, ince ve derin olanı sabırsızlıkla itmektedir. İnsanlar artık hızlı tüketilen sanata yönelmiştir. Şiirin ağır yürüyüşü bu çağın temposuna yabancı düşmüştür.

Bu yüzden şiirin sesi kısılmış gibi görünür. Ama aslında şiir susmaz; sadece daha derinlerden konuşmaya başlar.

Şairin görevi herkesi memnun etmek değildir. Şairin görevi, ruhu inceltmektir. Şair, toplumun yarasına estetik bir nefesle dokunur. Herkes aynı şiiri aynı şekilde sevmez. Çünkü zevk, ruh hâli ve idrak değişkendir.

Bir şiir bugün ağlatır; yarın aynı kişide hiçbir titreşim uyandırmayabilir. Bu şiirin zayıflığı değil, insanın dönüşmesidir. Şiir sabittir; insan değişkendir.

Hasıl-ı kelâm, şiir yalnızca bir duygu boşalması değildir. Şiir, insanın evrendeki yerini aramasıdır. Şiir, insanın kendisiyle, tabiatla ve Allah’la kurduğu bağın en ince dilidir. Bu bağ koparsa kelimeler ruhsuz kalır…

Ben bu yüzden şiire gidiyorum.
Şöhret için değil…
Beğeni için değil…
Alkış için hiç değil…

İnsan kalabilmek için…
Modern dünyanın keşmekeş ve hengâmesinden kaçıp yolumu bulmak için…

 

Diğer Yazıları

İslâm Felsefesi Var Mıdır?

İslâm Felsefesi Var Mıdır?

  • 18.11.2025 / 11:11

Yorum Yaz