Sudan: Lokman’ın Hikmeti, Nil’in Huzmesi, Altının Laneti
Kur’ân-ı Kerim’de adına sûre inen, peygamber olup olmadığı tartışılan, fakat “hikmet”le anılan Lokman (a.s)… Birçok müfessirin kalbinde O, Afrika’nın izzeti, Sudan’ın vakur evladıdır…
İmam Suyûtî, “ed-Dürrü’l-Mensûr”da Lokman (a.s)’ın siyahî, Sudan’ın seçkinlerinden, kısa boylu, basık burunlu, kalın dudaklı ve düztabanlı olduğunu yazar. Ama asıl güzelliği, dilinde hikmet, bakışında tefekkür, gönlünde nur idi…
Bugün Darfur’a yolunuz düşerse göreceksiniz:
Halk hâlâ liderini seçerken önce “hikmet”i sorar.
Evler kerpiçtir belki, kervanlar yavaş yürür, ama kelimeler ağırdır; çünkü hikmetsiz önder, bu topraklarda önder sayılmaz…
Sudan yalnızca Lokman (a.s)’ın diyarı değildir; Nil’in omuzlarında yükselen, tarihin bağrına mühür vurmuş medeniyetlerin beşiğidir. Kuşi (Meroe) ve Punt krallıkları, çöllerin kumuna gömülü 200 piramitte hâlâ nefes alır. Mısır’ın piramitlerinden eski, sırlarla dolu… Altının, fildişinin, tütsünün, rüzgârın ülkesidir burası… Fakat altın bazen süs değil, lanet olur; Sudan için de öyle oldu…
19.yüzyılda İngiliz sömürgeciliği, Osmanlı’nın Sudan’ına çizmeyle değil, kinle girdi. Onlara göre burası barbarlığın, kendilerine göre ise “medeniyet götürme”nin coğrafyasıydı. Bugün adına “terörle mücadele” dedikleri şeyin kökleri işte burada atıldı.
Winston Churchill, hem asker hem gazeteci olarak bu topraklarda bulundu; Omdurman’da 27 bin dervişin Maxim makineli tüfeklerle biçildiği günü tarihe “medeniyet zaferi” diye yazdı. Ve kitabında Nil’i bir hurma ağacına benzeterek,“Kökü kesilirse gövde çürür” dedi.
O kök kimdi? Afrika’nın siyahî mü’minleri, tevhid eri Arapları, Nil’in duası, buhurun kokusu, Lokman’ın torunları… Yani İslâm ve Afrika…
Yıllar geçti, emperyal çehre değişti ama iştah aynı kaldı. Tevrat’ın “Nil’den Fırat’a” vaadi; Ben Gurion’un “haritamız budur” diye haykırışı;
İsrail bayrağındaki iki mavi çizginin iki nehir olduğuna dair inanç… Hepsi Sudan’ın kaderine bir çizgi daha ekledi.
Nil kutsaldı. Nil’i tutan, Afrika’nın kalbini tutardı.
O yüzden Sudan hep hedef oldu…
Sonra petrol bulundu. Sonra altın… Daha çok altın. Ve altın, medeniyet değil yıkım doğurdu…
Darfur Sultanlığı tarihin gururu iken, Batı’nın çizdiği sınırlarla “Sorunlu Bölge”ye çevrildi. 2003’te toprak ateşe verildi; binlerce can alındı, milyonlarca insan öksüz bırakıldı.
2011’de Güney Sudan koparıldı; şimdi aynı gizli el Darfur’un peşinde…
Ve bugün Faşir… Sudan ordusunun son büyük sığınağıydı; yıkılışı yalnız bir şehrin değil, bir coğrafyanın kalbinin yarılmasıdır.
Cebel Amir’in altını, barışı değil savaşın ateşini besledi. Bir zamanlar “güvenliği sağlayacak” sözde milisler, sonra Hızlı Destek Kuvvetleri (RSF) oldu. Cancavid’den Hemedti’ye uzanan çizgide, altın bir servet değil, kurşuna dönüştü. Böylece insanlarla birlikte hikmet de katledildi bu topraklarda…
BAE’nin kasaları, Rusya’nın gölgeleri, Afrika’nın binbir siyah gece anlaşması… Altın artık bir maden değil; bağımsız orduların yakıtı, milletlerin felaketi oldu.
Faşir’de evler yakıldı, kadınlar kirletildi, çocuklar kaçırıldı, mahaller haritadan silindi. Açlık bir silaha dönüştü. Bu, yalnız savaş değil, soykırımdı.
Sudan’ın altını, Sudan’ı besleyecek nimetten ziyade, onu parçalayan bir kader kırbacı oldu…
Şimdi soru şu: Bu topraklar yeniden Lokman(as)’ın hikmetiyle ayağa kalkabilecek mi? Yoksa altının bedeli, Nil’in bile taşıyamayacağı kadar ağır mı?
Eğer bölge ülkeleri susarsa, eğer zulmün kibri dizginlenmezse, bu yangın Sudan sınırlarında durmaz; ateş önce komşuyu, sonra kıtayı, sonra insanlığın vicdanını yakar…
Sudan bir coğrafya değil; tarihin aynasıdır. Orada olan, insanlığın içindekini gösterir:
Hırsı, ihaneti, serveti ve belki bir yerde, hâlâ kalbinde sakladığı hikmeti…
Lokman’ın duası hâlâ bu topraklarda dolaşıyor: “Şükreden kendisi içindir. Nankör olan, bilsin ki Rabbim Ganî’dir, Hamîd’dir.”
Sudan, hikmetinden ayrılmadıkça bir gün mutlaka yeniden küllerinden doğacaktır…
