Şairin ve Mütefekkirin Aynasında Medeniyet

Şairin ve Mütefekkirin Aynasında Medeniyet

2008 yılı, benim için sıradan bir zaman dilimi değildi; hatta o gün, takvimde herhangi bir gün gibi duruyor olsa da, zaman kendi alışıldık seyrinden sapmış gibiydi. Saatler başka türlü işliyor, anlar ağırlaşarak ilerliyordu. Tunus’un mümtaz mütefekkiri Raşid Gannuşi ile birlikte, Türkiye’nin fikir dünyasında derin izler bırakmış bazı isimlerle bir araya gelmeye karar vermiştik. Bu buluşmaların ilki ise, neredeyse kaçınılmaz bir yazgı gibi, tek bir adresi işaret ediyordu: İsmet Özel…

Ev telefonundan üstada ulaşmıştım. Ahizenin öte ucunda kısa, net ve vakur bir ses vardı; ne fazla kelime, ne de tereddüt. Bir gün sonrası için randevulaştık. Mekân baştan belliydi: İstiklâl Marşı Derneği... Zaten başka bir adres düşünülemezdi. Çünkü bazı insanlar vardır; mekânı seçmezler, bulundukları yerde mekân onların etrafında şekil bulur, anlam kazanır.

O gün, iki büyük şahsiyetin arasında tercümanlık vazifesini üstlenmiştim. Fakat çok geçmeden anladım ki tercüme ettiğim şey yalnızca kelimeler değildi; zamanın, hafızanın ve medeniyetin diliydi bu… Sohbet, Batı tarihinden Müslümanların serencamına, tefsirden hadise, dilden kimliğe, edebiyattan şiire, fıkıhtan siyasetin girift meselelerine doğru ağır ağır genişledi; kelimeler değil, çağlar yer değiştiriyordu adeta…

Yaklaşık iki buçuk, üç saat süren bu sohbet, ağır ağır akan bir nehir gibiydi; ne telaş vardı ne de gösteriş. Kelimeler yerli yerindeydi; susuşlar ise kimi zaman cümlelerden daha derin, daha anlamlıydı. Öyle ki bu sohbette söz kadar sükût da konuşuyordu…

Sohbetin bir yerinde İsmet Özel, kendine has kesinliğiyle söz aldı ve şu hükmü dile getirdi:
“Her Türk, Müslümandır ve mücahittir.”

Bu cümle, anlık bir politik iddia olmaktan uzaktı. Tarihin derinliklerinden, dilin hafızasından, kolektif şuurun tortusundan süzülüp gelmiş bir hüküm gibiydi. Bir şiir dizesi kadar keskin, bir fıkıh kaidesi kadar ağırdı; tartışma çağırmıyor, düşünmeye mecbur bırakıyordu.

Raşid Gannuşi, bu sözleri büyük bir dikkatle dinledi. Ardından, yalnızca dinlemekle kalmadı; tasdik ettiğini ifade ederek, Araplar için de benzer bir hakikatin geçerli olduğunu anlatan bir hatırasını paylaştı. 1990’ların başında, Tunus Komünist Partisi Başkanı ile aynı hapishaneyi paylaştıklarını anlattı. Yıllar sonra, tahliyeden sonra aralarında geçen kısa fakat derin bir konuşmayı aktardı.

Gannuşi, Komünist Parti Başkanından birkaç ay önce tahliye edildiğini, daha sonra arkadaşının serbest bırakılması üzerine ona geçmiş olsun dileklerini ilettiğini söyledi. Bunu yaparken özellikle İslami terminolojiden kaçınmıştı. Ancak karşısındaki isim, Gannuşi’nin kelimeleri seçerken gösterdiği bu ihtiyatı fark edince söze girerek şöyle demişti: “Gannuşi dostum, neden dili zorluyorsun? Arapçadan İslam’ı ve Allah kelimesini çıkarırsan, geriye dil kalmaz. Arapça, yalnızca bir iletişim aracı değil; dil ve kültür olarak varlığını Kur’an’a borçludur.”

Bu söz, ideolojilerin çok ötesinde bir itiraftı. Dil ile inanç, kültür ile vahiy arasındaki kopmaz bağın, beklenmedik bir ağızdan dile gelişiydi.

Hatıranın sonunda İsmet Özel, Gannuşi’ye dönerek sükûnetle ama kesin bir ifadeyle şunu söyledi: “Üstadım, haklısınız. Türk için geçerli olan bu tanım, Arap için de geçerlidir.”

O an, iki ayrı coğrafya, iki farklı tarih, tek bir hakikatte buluşmuş gibiydi. Konuşan artık siyaset değildi; şiirin, hafızanın ve medeniyetin diliydi…

Sohbet sona erdiğinde dışarı çıktık. İşte tam o anda fark ettim: Kayıt cihazı çalışmamıştı. Üç saate yaklaşan o derinlikli konuşma, teknik anlamda yoktu artık. Fakat bazı konuşmalar vardır; kayda geçmez, yaşanır. Zamanın hafızasına bırakılır… Yıllar sonra, hafızamda kalan bu küçük ama kıymetli hatırayı, kıymetli üstadım Prof. Dr. Yasin Aktay’ın tavsiyesi üzerine Tezkire sitesi için kaleme almaya karar verdim...

Hatıraya yeniden dönersek… Üstad ile birlikte, Eyüp civarında bulunan İstiklâl Marşı Derneği’nden çıkmış; Fatih’e doğru, oradan da Süleymaniye Camii istikametine, sohbet ede ede yürüyorduk. İstanbul, her zamanki gibi susarak konuşuyor; taşlarıyla, gölgeleriyle, yokuşlarıyla söze karışıyordu. İşte tam bu yürüyüş esnasında Gannuşi bana dönüp sordu:
“Az önce konuştuğumuz kişi bir şair değil mi?”

“Evet,” dedim, “Türkiye’nin en önemli şairlerinden biri.”

Bunun üzerine İsmet Özel’in şiirlerinden beşini seçtim; mısraların musikisini birebir aktarmanın mümkün olmadığını bilerek, şiirselliğini değil ama manasını korumaya çalışarak, satır satır ona tercüme edip anlatmaya başladım…

İlk olarak, “Propaganda” şiirinin o sarsıcı dizelerini aktardım:
“Köleler gördüm, karavaşlar
hayaları burulmuş bir adamın ayaklarını yıkamaktalardı.”
Bu şiir, modern insanın trajedisini erkenden teşhis eden nadir metinlerden biridir. Fiyat sormaktan kelimeleri tükenen, gündüz demokrasi oynayıp gece dindarlığa sığınan, sinema salonlarında saklanarak kışı atlatan kalabalıklar… İsmet Özel bu kalabalıkları sevmez. Çünkü kalabalıklar düşünmez; sürüklenir. Oysa düşünmek bedel ister. Onun şiirindeki “köle”, zincir taşımaz; daha kötüsü, zincirini sever. Asıl felaket tam da buradadır…

Ardından “Mazot” şiirinden söz ettim. Bu şiirde Özel’in şehirle kurduğu sorunlu ilişki bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar. Şehir, onun gözünde yalnızca beton yığınları değildir; ahlâkın buharlaştığı, insanın dişliler arasında öğütüldüğü bir makinedir. Mazot, bu makinenin kanıdır. Köy ile şehir arasındaki mesafe coğrafî değil, ontolojiktir. Dağdan inen soluk, şehirde vites dişlilerine dolanır. Şair konuşmak ister: Ağlamadan, dili dolaşmadan, yumruğu çözülmeden… Çünkü susmak, bu çağda masumiyet değil; suça ortaklıktır…

Üçüncü olarak, herkesin diline pelesenk olmuş “Münacaat” şiirinin son dizelerini okudum:
“Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana ya rabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelâlemin
tütmesi gereken ocak nerde?”
Bu şiirde İsmet Özel’in yolculuğunun yalnızca dışa dönük bir isyan olmadığı görülür. Bir noktadan sonra kendine dönmek zorunda kalmıştır. Münacaat, bir geri çekilme değil; bilincin ağırlaşmasıdır. “Hangi suyun sakasıyım?” sorusu ideolojik değil, varoluşsal bir muhasebedir. Yaşamak artık romantik bir serüven değil; silinmeyen bir suç gibidir. Ocak sorusu da buradan doğar: Tütmesi gereken ateş nerededir? Hangi ev hâlâ ayaktadır?

Dördüncü olarak “Bir Yusuf Masalı”ndan dizeler okudum. İsmet Özel’in Yusuf’u, kutsal metnin sükûnetinden değil, hayatın hoyrat gürültüsünden çıkar. Bu Yusuf masalı bir “varmış bir yokmuş”la başlamaz; çünkü bu çağda masallar bile masum değildir. Yazgı artık uzaktan işaret eden bir kader değil, insanın omuzlarına çökmüş bir tahakkümdür. Şair burada hem dilencidir hem tanık. Korkusu parçalı, ümidi çatallıdır. Saçma etinden çıkılmaz; onunla yaşanır. Çünkü bu çağda yara kapandıkça derinleşir…

Son olarak, “Cellâdıma gülümserken çektirdiğim son resmin arkasındaki satırlar”dan dizeler okudum. Bu şiirde İsmet Özel’in trajedisi, dışlanmış bir şairin kişisel dramı değil; yerinden edilmiş bir ruhun medeniyet kaybıdır. Bu metinde konuşan ses, artık ne merkezdedir ne de sürgünde. Daha ağır bir yerde durur: Yersiz yurtsuzluğun bilincinde. Kendini tanımlarken seçtiği kelimeler bile çağımızın pasaport krizini anlatır:
“Evi Nepal’de kalmış
Slovakyalı salyangozdur ruhum.”
Bu, bir benzetme değil; bir medeniyet hükmüdür. Ruhun bir evi vardır ama uzaktadır; bir kimliği vardır ama uyumsuzdur; bir kabuğu vardır ama güvenli değildir… İsmet Özel’in bu şiiri bize şunu söyler: Ruh, artık devlete sığmaz; ideolojiye hiç sığmaz. Ruh, salyangoz gibi yavaşlamıştır ama hâlâ diridir. Ve belki de bu yüzden en tehlikeli varlıktır. Çünkü bu çağ, hızlı olanı sever; direnen yavaşı değil.

Bu şiir şöleninden sonra Üstad Gannuşi bir an durdu. Sonra belki de o günün en kıymetli cümlelerini kurdu: “Şairler bazen anı doğru yorumlayamayabilirler. Ama hakiki şairlerin geleceğe dair öngörüleri çok kuvvetlidir. Bugün söylediklerinin hepsine katılmayabilirsiniz. Ama onları dinleyin. Topluma yarayan görüşlerini alın. Diğerlerini zamana bırakın. Çünkü zaman, şairleri ya tasdik eder ya da sessizce eleyip geçer.”

Bu sözler, İsmet Özel’i anlatan en isabetli teşhisti belki de… Onun ruhu bu yüzden bir salyangozdur: Yavaş, inatçı ve yükünü kendi sırtında taşıyan. Ama aynı zamanda Slovakyalıdır; yani merkezin dışındadır. Ve evi Nepal’dedir; çünkü ruhî coğrafya, siyasî haritalara sığmaz. Modern insanın anlayamadığı da tam olarak budur…

Bu hatıranın üzerinden yıllar geçti. İsmet Özel, bu coğrafyanın her mahzun şairi gibi, kalabalıklardan uzak; İstiklâl Marşı Derneği’nde muhibbanıyla sohbetler ediyor, kelimelerini aceleye getirmeden yazıya döküyor. Gürültüden sakınan bir sesle, çağın hengâmesine mesafeli durarak konuşmayı sürdürüyor. Şiiri hâlâ bir süs değil, bir mesuliyet olarak taşıyor…

Raşid Gannuşi ise o sohbetten iki yıl sonra sürgünden ülkesine döndü; arkasından esen fırtınalı siyaset rüzgârlarına, kırılgan umutlara ve sert hayal kırıklıklarına tanıklık etti. Bugün 85 yaşında, hasta ve Tunus zindanlarında… Buna rağmen gençlik yıllarındaki vakur duruşunu kaybetmiş değil. Demir parmaklıkların ardında, sabırla, sükûnetle özgürlüğe açılacak günü bekliyor. Bu coğrafyada barışı, demokrasiyi ve müsamahayı savunduğu için; Gandhi adına verilen bir ödülün parasını Tunus Kızılayı’na bağışladığı için hapse mahkûm edildi. Suç budur…

Gannuşi’nin hayatı, gürültüsüz bir direniştir. Bağırmadan siyaset yapmanın, öfkeye teslim olmadan direnmenin mümkün olduğunu gösteren ender örneklerden biridir. Onun sükûneti bir zayıflık değil, köklü bir karakterdir. Zindan kapıları ardında bile bir fidan diken bilgelerdendir; umudu toprağa emanet edenlerden…

Hasıl-ı kelâm… O gün yapılan konuşma kayda geçmedi. Ama güzel hatırası bugüne kaldı. Çünkü bazı sohbetler vardır; ehemmiyetinden ötürü kayda değil, hafızaya nakşedilir. Şiirle siyasetin, dille medeniyetin, geçmişle geleceğin aynı masada buluştuğu nadir anlardır bunlar.

Sahi, düşünce ve fikir dünyasının derinlikli sohbetlerine, sahici müzakerelerine ne kadar da uzak düşmüşüz. Belki de bugün âhlarımızın, vahlarımızın asıl sebebi budur... Dünya, belki de en çok böyle zamanlarda; kelimenin sorumluluğunu bilen şairlere, sükûnetiyle direnen bilgelere muhtaçtır…

Diğer Yazıları

İslâm Felsefesi Var Mıdır?

İslâm Felsefesi Var Mıdır?

  • 18.11.2025 / 11:11

Yorum Yaz