7 Ekim’in İkinci Yıldönümünde: Tekrarlanan Anlatı Savaşı

7 Ekim, günümüz Filistin-İsrail çatışmasının tarihindeki keskin bir dönüm noktasını temsil eder: Bu olay, resmi medya söyleminde, Gazze Şeridi’ndeki silahlı grupların İsrail derinliklerine yönelik yoğun şiddet içeren bir saldırısı olarak gösterildi ve ardından Gazze’ye geniş çaplı bir askeri yanıt verildi ve bölgesel ile uluslararası kriz derinleşti. Ancak bu günün anlamı, kökleri ve bunun düşüncesiz bir “macera” mı yoksa uzun süren birikimlerin beklenen bir patlaması mı olduğunu sorgulayan nesnel sorular, sonuçlarını ve anlatılarını anlamak için tarihsel, siyasi ve insani bağlama geri dönmeyi zorunlu kılıyor. İkinci yıl dönümünde bu Tufan’ın ardından, dikkatle ve bilinçle seçilmiş bir dizi soruyu çerçeve alarak olayı derinlemesine analitik bir şekilde yeniden okumaya çalışacağız:
- 7 Ekim, Filistin halkının bir kesiminin sonuçlarını düşünmeden üstlendiği bir “macera” mıydı?
Medya ve siyasette yaygın bir okuma, 7 Ekim’de olanları “düşüncesiz bir macera” ya da bir grup ya da hareket tarafından gerçekleştirilen terör eylemi olarak görür ve bunun Filistinlilerin kendilerine ağır insani ve siyasi sonuçlar doğurduğunu vurgular: Geniş sivil ölümleri, esir alınmalar, Gazze’de felaket boyutlarında bir insani kriz. Ancak başka bir okuma, bağlamı daha ayrıntılı açıklayan, olayın iç dinamiklerini ve bağlantılarını derinlemesine ele alan görüş, 7 Ekim’in 1948’den itibaren sürmekte olan işgal; sürgün, öldürme, zindanda tutma, zorla yerinden etme; Gazze Şeridi, 2007'den bu yana sürekli ve şiddetli bir abluka altında olup, bu durumun insani açıdan derin etkileri vardır; Batı Şeria’da yerleşimlerin sürekli genişlemesi ve günlük şiddetin artışı gibi uzun süreli uygulamaları da unutmuyoruz. Bu perspektiften bakıldığında, eylem tarihten ayrılan “bağımsız bir macera” değil, artan öfke ve siyasi çözüm umutlarının tükenmesinin birikimi sonucu olarak ortaya çıkan bir patlama olarak görülür. Birleşmiş Milletler ve yardım kuruluşlarının Gazze’de yıllardır ablukayı ve sivil halkın yaşamları üzerindeki etkilerini belgeleyen raporları bu tespiti destekler. Dolayısıyla bizim görüşümüzde, 7 Ekim’i yalnızca “çalışılmamış bir macera” olarak tanımlamak, işgalin ve yapısal nedenlerin ihmali olur — bu nedenler o silahlı patlamayı mümkün kılmıştır.
- Neden bazıları 7 Ekim’i “çatışmanın başlangıcı” olarak görüyor?
Medya ve kamu politikalarının bir güne odaklanması, olayı çatışma için “yeni bir başlangıç” haline getiren bir anlatıyı kolaylaştırıyor. Bu tehlikeli bir basitleştirme: Modern çatışmanın kökleri 19. yüzyılın sonlarına, 20. yüzyıldaki büyük olaylara ve belki de 1948 savaşına, Nekbe (Felaket) olarak adlandırılan sürgün ve işgale kadar uzanıyor. Bu tarihsel bağlamda, Deyr Yasin (1948), Kafr Kasım katliamı (1956), Sabra ve Şatilla (1982) gibi büyük katliamları ve halkın sürekli maruz kaldığı saldırıları ve savaşları hatırlıyoruz. Bu örnekler, Hamas ya da sonraki örgütler ortaya çıkmadan önce de var olan gerçeklerdir. Bu yüzden “çatışma 7 Ekim’de başladı” demek, Filistinlilerin yaşadığı tarihsel gerçekleri ve tekrar eden trajedileri göz ardı eden kesintili bir okumadır.
- 7 Ekim, “İsrail anlatısı” ve “yumuşak işgal” projesi hakkında neyi ortaya çıkardı?
7 Ekim’in öne çıkan etkilerinden biri, işgalin imajı ve pratiği konusundaki dosyanın yeniden açılmasıydı: İşgal “yumuşak” mı, yoksa her gün şiddet içeren bir tehdit mi? Sonrasında yaşanan olaylar, İsrail’in savunucularının işgali, sivil bir yönetimle çözülebilecek bir durum gibi sadeleştiren yaygın algısının, sahadaki uygulamalarla örtüşmediğini gösterdi: şehir yıkımları, kapatma, ablukalar, yerleşimlerin genişletilmesi, Filistinlilerin günlük yaşamının hedef alınması — bunlar uluslararası ve yerel kuruluşlar tarafından belgelenmiş uygulamalardır. Bu tür açığa çıkış, medyada ve politik söylemde olayın niteliğini yeniden tartışmaya açtı; İsrail güvenlik anlatısı ile Filistin direnişi ve Gazze’deki insani trajedi anlatısı arasında yeni bir “anlatılar savaşı” başladı. Böylece 7 Ekim, işgalin gerçek yüzünü — sömürgeci, suç odaklı, öldürme, yerinden etme, ırkçılık, soykırım ve etnik temizlik üzerine kurulu yüzünü — açığa çıkardı.
Uluslararası cephede de bir dönüm noktası oldu; Arap dünyasında ve Batı’da bazı halk kesimleri için bu varlığın gerçekte ne olduğu ortaya çıktı; halk tutumları ile resmi politikalar arasında büyük farklar belirdi — çoğu resmi duruş, yerel ya da küresel olarak İsrail’in güvenliğini destekleyen pozisyonlarda kaldı ((doğrudan ya da askeri ve siyasi imkanlar aracılığıyla).
- Anlatı Savaşı: İsrail, askeri kazanımlarına rağmen sembolik savaşı nasıl kaybetti?
7 Ekim, sembolik meşruiyet için bir yarışı ateşledi: “Uluslararası kamuoyunu kendilerinin ‘kurban’ veya ‘yasal/ahlaki güç’ olduğuna ikna etme yeteneğine sahip olan kimdir?” başlığı altında küresel bir medya savaşı başladı.
Burada 7 Ekim’deki ve sonrasındaki canlı görüntüler; Gazze’den gelen fotoğraflar; insan hakları örgütlerinin sivillerin ölümü ve büyük yıkım raporları; Filistin anlatılarının dijital platformlarda yayılması; küresel kamuoyunun geniş kesimlerinde İsrail’in geleneksel sembolik dokunulmazlığını azaltan unsurlar oldular. Medya ve akademik analizler, halk düzeyinde empati ve dayanışmanın sosyal ve dijital ağlarda nasıl büyüdüğünü belgeledi; İsrail’in diplomatik aygıtı ise resmî çıkarlarını korumaya devam etti ama sembolik alanda zemin kaybetti.
- 7 Ekim, Resmi Arap ve Avrupa tutumları hakkında neyi ortaya çıkardı?
Olay, Arap ve Avrupa resmi politikaları arasında önemli farklılıklar açığa çıkardı: Bazı ülkeler Filistinlilerin bağımsız devlet hakkını destekleyen tutum alırken, diğerleri temkinli veya tarafsız açıklamalar yaptı; Batı ve ABD ise genellikle İsrail’in güvenlik perspektifine daha yakın duruşlar sergiledi. Avrupa’nın bazı başkentlerinde Filistin devletinin tanınması yönünde adımlar atılırken; resmi Batı söyleminde saldırının başta kınanması, tepkinin ölçülü olması yönünde çağrılar ve sivil koruma talepleri öne çıktı. Diplomatik gelişmeler ve Filistin devletine yönelik yer yer tanıma eylemleri, resmi tutumların dalgalı ve çelişkili olduğunu gösterdi; halkın protestoları ise çoğu zaman resmi söylemlerden daha net, daha insani ve daha adalet odaklı oldu.
Ama bu çoğu tutumun ortak noktasıydı: İnsanlığın düşüşü, Filistin halkına yapılan ihanet ve onların maruz kaldığı suçlu siyonist saldırganlığını durdurma gücünün uluslararası toplumda yetersiz kalması.
- İsrail'e askeri destek karşılığında “silahsızlandırılmış” bir devletin tanınması: Filistinlilerin korunmasını baltalayan uluslararası bir çelişki
Uluslararası siyasi pozisyonları takip eden herkes, Gazze'deki soykırımı reddedenler bile, uluslararası tutumda temel bir çelişki görecektir: Uluslararası toplumun bir kısmı, silahsızlandırılacağı veya askeri kapasitesinin kısıtlanacağı anlayışını içeren şartlarla “Filistin devletinin tanınması” için baskı yaparken, aynı uluslararası toplum, İsrail'in karşı koyma yeteneğini güçlendiren ve güvenlik üstünlüğünü artıran askeri ve siyasi destek sağlamaya devam etmektedir. Bu çelişki artık resmi bir farklılık değil, herhangi bir Filistin varlığının vatandaşlarını koruma ve zorla yerinden edilmeyi veya işgalin devamını önleme yeteneğini doğrudan etkileyen pratik bir faktördür.
Bu bağlamda, silahsız ve güçsüz bir Filistin devletini tanımak, talepleri yok saymak ve çarpıtmak için yapılan bir manevra ve girişimdir. Soykırımı durdurmak yerine, dünya aldatıcı serapların denizinde yüzüyor ve Filistinlilere sadece kağıt üzerinde ve televizyon ekranlarında var olan bir devlet hakkında belirsiz vaatlerde bulunuyor. Eğer samimi olsalardı, adil olan şey, kendi gidişatını tayin hakkı ve binden fazla reddedilen kararların uygulanmasını talep etmek olurdu. Bu kararlar, bölünme kararından başlayıp, onların iki devletli çözüm olarak adlandırdıkları şeye kadar uzanır. Ancak Batı aldatıcı ve yalancıdır. Bu nedenle, herhangi bir uluslararası tanıma, devlet hakkında resmi bir açıklamayla sınırlı kalmamalı, o devletin halkını korumak ve temel haklarını güvence altına almak için egemen rolünü yerine getirmesini sağlayan koşullarla birlikte olmalıdır. Aksi takdirde, vaat edilen adalet bir illüzyondan başka bir şey olmayacaktır.
Adalet, güçlü ve dengeli bir Filistin devletini gerektirir — sınırları ve kaynakları üzerinde etkili egemenliğe sahip, bağımsız siyasi ve güvenlik kararları alabilen ve uluslararası hukuka uygun olarak caydırıcılık ve kontrol sağlayabilecek kurumlar kurabilme kapasitesine sahip bir devlet. Aksi takdirde, bir oyuncunun tüm silahları kullanmasına izin verilirken diğerinin savunma önlemleri alması bile engellenen bir boks maçı gibi siyasi bir maskaralıkla karşı karşıya kalırız; bu tür bir prosedür modeli, daha fazla adaletsizlik ve istikrarsızlık üretmekten başka bir işe yaramaz.
Buradan hareketle, krizden çıkış yolu Filistin halkının taleplerini gerçekleştirmekten geçer. Bu talepler, 7 Ekim’e yol açan direnişin talepleridir.