Abi Hani Neydi O Kitap?!

Abi Hani Neydi O Kitap?!

Abi Hani Neydi O Kitap?!

 

Tembih. Metinde geçen bütün isimler veya isimlere yapılan göndermeler kurgudur yahut kurgu gereğidir, gerçekle veyahut gerçeklikle ilgisi yoktur. Kırılmaca, alınmaca olmasın lütfen!-ad.

 

– Hayırdır, ne okuyorsun?

– Kitap!

– Hadi ya! Lan oğlum “Hayırdır, ne okuyorsun?” ne demek?

– Ne demek?

– “Neyle alakalı?” demek, “Adı ne demek?”, “Kimin?” demek. Sen bu kadar soruya “Kitap!” diyorsun, sadece “Kitap!”

– Peki abi, cevap veriyorum: “Ben uluslararası ilişkilerle alakalı bir kitap okuyorum.”

– Niye?

– Nasıl niye? Anlatayım abi. Abi neydi o, hani bir gazete vardı, bir sürü ad değiştire değiştire saçımızın sakalımızın ağardığı demlerimize kadar geldiydi bizle beraber? Gençlik yıllarımızda çıkmaya başlamıştı. Ta lise yıllarımızda. Zaten o zaman da kocamışla mevta arası bir başka gazetenin isim hakkını devralarak çıkmaya başlamıştı.

– Güneş mi?

– Yok, yok! Gazetenin adını hatırlamaya çalışmıyorum. O gazetenin bir yazarı vardı, onu… Dediğim yazar yıllar boyunca o gazetede köşe tutmuştu.

– Nasıl yani?

– Köşesi vardı. Yani köşe yazarlığı yapıyordu. Anla işte gazetede sürekli yazıyordu.

– Anladım. E, n’olmuş ona!?

– Zaten kurucularından da biriydi gazetenin. Siyasi kulislerden iyi haber alırdı. Bir de o aldığı haberleri ballandıra ballandıra köşesine taşırdı ki onun yazılarını beraber ve solo okurken “Vay be!”lerimiz eksik olmazdı.  Üstelik kulak kesildiği, haberler verdiği salt Türkiye kulisleri değildi. Vaşington’dan Avrupa başkentlerine; özellikle de Beyaz Saray, Buckingham, Kremlin üçlüsünden hiçbir şey kaçmazdı ondan, hiçbir şey…

– Siyaset ve dış politika yazarı yani?

– Yok, sadece siyaset ve dış politika değil her telden yazardı. Sana bir ara Beyaz Saray isminin nereden geldiğini anlatayım. Ama şimdi şu yazara döneyim. Köşeci yazarımızın köşe yazarlığı âleminde bir dolu icadı vardı zaten. Gerçi laf aramızda sonradan biz de öğrendik, çoğu onun icadı sandığımız şey, gâvur ellerinde varmış da biz görmeyip bilmediğimizden onun bellemişiz.

– Ne gibi icatlar mesela?

– Mesela hafta sonları hafif yazılar yazardı. Bazıları “soft yazılar” derdi bunlara. Bu hafîf u soft yazılarıyla ağır dersler vermeyi bilirdi o yine de. Özellikle muarızı bellediği diğer köşe kapmışlara.

– Yine mesela diyorum?

– Mesela!? Mesela!? Hah, hatırladım! Diyelim ki karşı taraf diye bildiği yazarlardan biri bir kitap mı çevirmiş, isterse bizim yazarın bilmediği bir dilden olsun ha, hiç fark etmez, bizimki lafı o kitaba getirir, övgüler yağdırır, dağları tepeleri aşırtıp onu göklere çıkarır, sonra da bir iki “Geçerken demiş olayım”la yere çalıverirdi. O bilmediği dilden çevrilmiş kitapta bile becerirdi doğrusu. Bak, hatırlayan hatırlar, bir keresinde orijinal İspanyolca adı Perfume olan kitabın çevirmenine “Kitabın adını Parfüm koyacağına Itır diyeydin ya!” mealinde yazdıklarıyla aynı numarayı çekmiş, iyice bir paylamıştı; yukarıdan aşağıya tam tekmil fırça. Hah, işte o yazar!

– Ya şey değil miydi abi onun adı, dur bakayım!

– Bak, az kalsın unutuyordum, müstear adla haftada bir gün de bir spor gazetesinde yazardı.

– Bir soluklan! Dilimin ucunda kadının adı.

– Yok abi gerek yok, boşuna zihnini zorlama. Lafı uzattım, farkındayım ama ben o yazarın adını hatırlamaya çalışmıyorum şimdi.

– E, neyi hatırlamaya çalışıyorsun peki?

– O yazarın kitabını çevirdiği Cezayirli bir akademisyen vefat etmiş. Mesaj gruplarından birinde gördüm. “Büyük âlimdi, Allah rahmet etsin, kendisiyle tanışmıştım da…” diye yazmıştı gruptakilerden biri.

– O âlimin adını mı hatırlamaya çalışıyorsun?

– Yok! Grupta “Büyük âlimdi.” falan diyen dediydim ya…

– Ha!!! Onu mu?...

– Hayır. O da değil!

– Peki kimi abi?

– Az sabretsen söyleyeceğim! Kafamı dağıtıp duruyorsun.

– Peki peki, sustum.

– Hay Allah razı olsun. Ne diyordum? Hah! O paylaşımı yapan diyordum, Cezayirli âlimin vefat ettiğini yazan… Telefonumda kayıtlı bir isim olmadığı için adını bilmiyorum arkadaşın. Fakat bir link paylaşmıştı. Tıklayınca sosyal medyadan adamın vefat ettiğine dair bir duyuru mesajı açılıyordu. Ona tıklayınca da bir siteye gidiyordu. Bu arada o sosyal medyadaki paylaşımın altında çok güzel bir karikatür vardı. Neydi çizerin adı şimdi aklımda değil de söylesem bileceksin. Ama konumuz şimdi o değil. Yan yolların cazibesine kapılmayalım. Tıkladım, site açıldı. Merhumun bir resmi var, altında İngilizce ve Arapça biyografisini döşemişler. Ondan sonra da yazdığı kitapların kapaklarını koymuşlar, her bir kapağın altına da kitabın adını yazmışlar. Ya var ya bizim bu site yapanlar gerçekten işi bilmiyorlar. Adamın kitabının kapağını koymuşsun abi, daha altına bir de kapaktan zaten kabak gibi okunan kitabın adını niye yazarsın. İş bilmezlik işte.

– Usta, bir kıpraşma yahu! Neyi hatırlamaya çalışıyoruz? Kimi?... Kafam allak bullak oldu. Çatlayacağım şurada haa!

– Ya ne kadar sabırsızsın! Şimdi seninle uğraşamam. Ne diyordum?

– Nereden geldik bilmiyorum da en son memleketin site yapanlarına celallenmiştin, onlara çakıyordun, işi bilmiyorlar diyordun.

– Yok, konumuz o değil. Dedik a, konu dışına çıkmayalım, yolumuzda seyredelim. Linke tıklayınca açılan siteden merhumun resminin altındaki, peşi peşine gelen İngilizce ve Arapça biyografisinin altına sıralanmış kitapların kapaklarının arasındaki, merhum yazarın kitaplarından ikisi dikkatimi çekti. İkisi de aslı nesli İngiltere’de bulunan bir enstitünün yayınıydı. Enstitünün adını o zaman gördüm okudum da şimdi çıkaramayacağım.

– Middle East Institute?

– Ne!?

– Adını çıkarmaya çalıştığın enstitü…

– Ne alaka abi, enstitünün adını çıkarmaya çalıştığımı nerden çıkardın?

– Tamam kardeş, ben dememiş olayım sen de duymamış ol, gözünü seveyim, karnıma ağrılar girdi. Ne olur, devam et, neyi hatırlayacaksan hatırla Allah aşkına!

– Bir bıraksan… Neyse… Merhum yazarın kitaplarından dikkatimi çeken ikisi de o İngiltere’de, Londra’da bulunan, adını hatırlayamadığım enstitünün yayınıydı. Hani kurucularından biri vardı.

– Nerenin; enstitünün mü, enstitünün yayınevinin mi?

– Enstitünün… Gerçi yayınevi de zaten enstitüyle aynı zamanda kurulmuş. Yani bir taraftan yayınlarla arz-ı endam etmişler, bir taraftan da enstitüde bir şeyler yapmaya başlamışlar. Eş zamanlı. Aslen Filistinliydi.

– Kim?

– Abi ne kadar dikkatsizsin ya! Hani adını hatırlayamadığım gazetenin, adını hatırlayamadığım meşhur yazarının kitabını çevirdiği Cezayirli akademisyenin vefatını haber veren mesaj grubundaki adını bilmediğim arkadaşın paylaşımındaki linke tıklayınca açılan sitedeki merhum yazarın resminin altındaki İngilizce biyografisinin altındaki Arapça biyografisinin altındaki kitap kapaklarının arasından dikkatimi çeken merhum yazarın kitaplarından ikisini yayımlamış olan -başka kitabını da yayımlamışlar mı dikkat etmediğim için şükür ki hafızama almadığım ve bu sebeple de hatırlamaya çalışmayacağım için rahat olduğumdan dolayı o ara yola sapmadan devam edebildiğim- yayıncı enstitünün kurucusunu, başkanını diyordum Filistinliydi diye. Karısıyla beraber Amerika’daki evinde katledilmişti. Allah ikisine de rahmet etsin.

– Adı neydi?

– Kimin? Karısının mı adı neydi? Ne bileyim ben abi, merhume yengemizin hiçbir şeyini okumadım, yazar mıydı daha onu bile bilmiyorum. Ama kocası harbiden iyi bir entelektüeldi. En azından ben öyle hatırlıyorum. Filistinli olduğunu söylemiş miydim?

– Ben de adı neydi diye onu soruyorum zaten. Enstitünün kurucusu, başkanı merhum maktul zatın adını…

– İnan hatırlamıyorum. Şimdi konumuz da o değil zaten. İstersen beni yoldan çıkarma, aklımı karıştırma, devam edeyim. Allah rızası için!

– Tamam abi, sen konuş, ne diyeceksen de aha da sustum; vallahi de sustum, billahi de…

– Hah işte böyle yola gel. İşte o zatın arkadaşlarıyla kurduğu, İngilizce isminde üç tane “I” harfi olan bir enstitüydü. Onun için “3 I” diye İngilizce bir ibare kullanıyorduk. Amma o kısaltmalı ismini söylerken kullandığımız ibare neydi; three, troika, trio, trinity, triplex, triad? Yok yahu bunların hiçbiri değildi. Neyse işte o enstitü yayımlamış bu müteveffa arkadaşın merakımı calip olan kitaplarını. Kitapları merak ettim ya, peşine düşmesem olmaz, çatlarım. Peşine düşmek dedim diye zor bir süreç gelmesin aklına; kolay, kolay! En azından çok öyle bir zorluğu yok. Bir telefon edeceğim, elime hemen geçecek. Olay bundan ibaret. Bunun için şöyle bir yol takip ediyorum. Çok basit! Kitabın İngilizce orijinalinin yayıncısı olan enstitünün Türkiye’de partneri var. O Türk yayıncının üç ortağından ikisiyle iyi de tanışıyoruz. Hatta o ikiden biriyle okul arkadaşlığımız bile var. Ben orta bire başladığımda o lise sondaymış aynı okulda. Gerçi o yıllardan hatırlamıyorum, o da hatırlamıyor zaten, bir sohbetimizde fark ettik sadece. Fakat ilginç olan ne, biliyor musun? O kırk yılı aşkın süredir tanıştığımız, hadi kırk yılına tanışma demeyelim, kabul, son beş on yıldaki tanışıklığımıza rahatlıkla dostluk derim ama, en azından ben derim, derim demesine de onun da adını getiremedim bir türlü, iyi mi? Tüh!

– E, n’aptın peki?

– Beni baak! Beni baak! Aklımı başımdan aldın, memleket dolaylarından konuşturdun beni şimdi de. N’oldu, yemini su mu belledin? Hani konuşmayacaktın daha, yemin billah ettiydin!?

– Tamam ya, tamam!

– Tamam tabii! Boru mu, burada bir şeyleri hatırlamaya, iki lafın belini beraberce kırmaya çalışıyoruz. Bırakmıyorsun ki şöyle ağız tadıyla bir sohbet edelim. Neyse! Hemen internete baktım, merhum yazarın ismiyle aradığımda ondan yapılmış çevirilerden bulurum dostumun yayınevinin adını diye bakıyorum, ama yokmuş, dostumun yayınevinden bir kitabı yokmuş. Ola ola tek kitabı çevrilmiş Türkçeye ki o da bizimkinin yayınevinden değil. Dost dost deyip durduğum arkadaşımın adını bulabilmek için aslında bütün bu aranmam. Hani onun yayınevinin adını hatırlasam kitaplarına bakarım, künyelerinden ismine rastlarım, böylece yitiğime kavuşurum diye düşündüm ama yol bitti. Yeni yol bulmalıyım.

– Bulmuşsundur inşallah!

– Buldum, buldum! Çözümüm geldi heman; ne demiş Pir Sultan “Erenler gönlümüze koyman güman!” Neyse, yola devam edelim. Hani eskiden ramazanlarda, şimdiyse neredeyse yılın her gününde iki minare arasına gerilen iplere kandiller veya elektrikli ampuller bağlayarak yazı yazmak vardı ya, neydi onun adı?

– Mahyayı mı diyorsun?

– Evvet doğru bildin, tebrikler! Mahya! Tabii benim için şimdi senin dediğin kadar kolay olmadı o mahyayı hatırlamak. Amuda kalkarak, oturarak, ayakta, düz duvarda ve saire yaptığım tanımdan tariften yola düzülüp internette biraz tarama yaptıktan sonra ulaşabildim mahya kelimesine. Gerisi kolayladı diye sevindim ama ne bitmez çilem varmış birader. İnternetten “Mahya Yayınları”nın kitaplarına baktım; başlangıçta niyet ettiğim gibi künyeden arkadaşın yayına hazırlayan, genel yayın yönetmeni, editör falan gibi bir bağlamla ismine rastlarım, hatırlarım diye. Nafile!

– Telefonunda, adres defterinde filan “mahya” diye yazmaz mısın?

– Beni baaak!!!

– Abi kızma ama yaş artık yokuş aşağı. Bak ben yazarken soyuyla sopuyla, yeriyle yurduyla filan yazıyorum ki bu adam kimdi diye düşünüp durmayayım sonra aradığında.

– Biliyoruz biliyoruz. Biz de farklı yapmıyoruz. Nitekim telefonumun rehberinde de arama yaptım “mahya” diye. Bizim Mahyacılar üç ortak, rehberdeki arama sonunda ikisini buldum, onları “Mahya Yayınları” diye kaydetmişim. Gel gör ki bana esas lazım olanı öyle kaydetmemişim, nasıl kaydettiğimi sorma sakın, bak kızarım, bilsem öyle bakacağım zaten, sana niye anlatıp durayım. Neyse, artık gözümü kararttım, diğer iki Mahyacıdan birini arayacaktım ki aklıma bizim mesaj gruplarından birinde onun da olduğu geldi. Geçmiş mesajlarda aramaya başladım. Onun gruba çokça karikatür gönderdiğini hatırladım. Grubun medya geçmişine girdim. Onun gönderdiğini düşündüğüm karikatürleri tek tek açtım, göndereninden adını bulmaya çalıştım. Ne kadar güzel karikatürler vardı ha. Hele kitabının peşine düştüğüm merhum yazarın ölüm haberini veren mesaj grubundaki arkadaşın paylaştığı linkteki yazarın vefatının duyurusunun yapıldığı sosyal medya mesajının altındaki karikatürün adını bulup getiremediğim çizerinin karikatürlerine diyecek yoktu. Konumuz o değil ama, biliyorsun, onun için dağıtmayayım diye devam ediyorum. “Karikatürlerin gönderenlerinden nasılsa ulaşırım dostumun adına” stratejim şükür sonuçsuz kalmadı, buldum sonunda onun adını. Sabırsızca mesaj gönderdim. “Sizin İngiltere’deki partneriniz olan enstitünün adı neydi abi?” dedim, yazdı cevabını. “Onların yayımladığı bir kitabı arıyorum.” deyip yazarın adını verdim. Yazarı tanıdığını, birkaç gün önce vefat ettiğini söyledi. Ben de cevaben bildiğimi, öğrendiğimi yazdım ve merhum yazarın peşine düştüğüm iki kitabının adını not edip kendisinde PDF’lerinin olup olmadığını sordum. Birininki varmış, hemen gönderdi, diğerini de İngiltere’den, enstitüden isteyeceğini yazdı. Aman ya Rabbi, her şeye değdi şu sonuç, yani tamam peşinde olduğum iki kitaptan biri eksikti henüz ama olsun, diğerine de yarın kavuşacaktım nasılsa. Arkadaşa teşekkür ettim. Kitaba göz atmaya başladım. Harika! Tam da kafamdaki sentezi yapmaya çalışmış merhum yazar. Tabii ne kadar başarılı olmuş, okuyunca söyleyebilirim. Okumaya başladım, kısa zamanda bitiririm.

– Ya konuşmayacağım dedim ama bir şey sorabilir miyim?

– Sor hadi, sor!

– Sen bu kadar lafı şu kitabı bulma maceranı anlatmak için mi sarf ettin?

– Yo! Sen dedin ya, “Hayırdır ne okuyorsun, nerden çıktı şimdi bu konu?” diye…

– Demez olaydım.

– Yok, öyle deme! Dedim ya kitabı elime alır almaz göz atmaya başladım ve rahmetlinin, hani şu mesaj grubundaki adını hatırlayamadığım arkadaştan vefatını öğrendiğim Cezayirli rahmetli âlimin kafamdaki sentezi yapmaya çalışmış olmasından çok memnun oldum. Hani şair demişti ya… Neyse boş ver şimdi şairin dediğini. Dediğim gibi göz gezdirmemden anladığım kadarıyla kafamdaki sentezi yapmaya çalışmış yazar da, bundan memnun oldum, en azından onun keşfettikleri belki benim keşfetmek için peşine düşeceklerim olacaktı, böylece vakit kaybından kurtulacağım. Amerika’yı yeniden keşfetmeyeceğim. Ufak tefek dediğim zihnî tökezlemelerim için de kitabı bizde, beraber çalıştığımız bir arkadaş var, ona vereceğim. Alanında yetkin bir arkadaştır, tanırsın geçen ay güzel bir makalesi yayımlandı uluslararası bir dergide, hatta geçen yıl mıydı sizin oraya ziyarete geldiğimizde de beraberdik, bizim ofiste içeri girince sağda en dipteki masada oturuyor, ona verip onunla beraber bir değerlendirelim diye düşündüm. Allah Allah! Adı neydi ya arkadaşın?

– Abiii, kurbanın olayım sus!

Diğer Yazıları

Yorum Yaz