İslamofobiyle Nasıl Mücadele Edilmemeli
Yıl yıl, Müslümanlara daha iyi hikâyeler anlatmaları, karşı anlatılar üretmeleri, saygınlık göstermeleri, diyalog kurmaları ve bireysel etkileşim yoluyla İslamofobiyle mücadele etmeleri çağrısında bulunan kampanyalar ortaya çıkıyor. Bu çabalar iyi niyetli olsa da, genellikle İslamofobinin yanlış anlamalardan ya da cehaletten kaynaklandığı varsayımına dayanıyor. Gerçekte ise, İslamofobi devlet uygulamalarına, yasalara ve kamu söylemine derinden işlenmiş yapısal ve kurumsallaşmış bir ırkçılık biçimi olarak işliyor. Nedeni yanlış teşhis etmek, yanlış mücadeleler vermemize ve daha başlamadan kaybetmemize yol açıyor. Bu, İslami ahlakı yaşamanın, Müslümanların topluma katkılarının ya da bireylerin bazen önyargılarını unutmalarının önemini reddetmek değildir. Aksine, asıl görevin İslamofobinin işlediği yapısal mantığı kavramakta ve bu mantığa ciddi bir şekilde meydan okumak için siyasal bir duruş, kolektif mücadele ve hareket inşasını öncelik haline getirmekte yattığını vurgulamaktır.
“İyi Bir Müslüman” Olarak Mücadele Etmeye Çalışmayın
En yaygın stratejilerden biri, Müslümanları örnek vatandaşlar olarak göstermek: çalışkan, hayırsever ve barışçıl insanlar. Varsayım şudur: Kendimizi kanıtladığımızda ayrımcılık ortadan kalkar. Ancak bu strateji geri teper, çünkü aidiyeti koşullu hale getirir: Müslümanlar ancak “iyi davrandıkları” sürece kabul edilir. Bu aynı zamanda “iyi Müslümanlar” (saygın olanlar) ile “kötü Müslümanlar” (muhalifler, aktivistler, kalıba uymayanlar) arasında bir hiyerarşi yaratır. Haklar, herkesin sahip olduğu bir garanti olmaktan çıkar, kazanılması gereken ayrıcalıklar haline gelir.
Bu mantık COVID-19 sırasında açıkça görüldü. Müslüman doktorlar ve sağlık çalışanları fedakârlıkları nedeniyle övülürken, neredeyse hemen ardından medya, Eid (bayram) kutlamaları sırasında Müslümanları kural çiğneyenler olarak hedef aldı. “İyi olmak” asla bir kalkan değildir; sadece şüpheyi geciktirir. Çünkü sizi disipline etmek ve denetlemek için tasarlanmış bir sistemi “örnek davranışla” yenemezsiniz.
Ayrıca bu strateji farklılıkları da susturur, çünkü saygınlık kalıbına uymayan açık eleştiriyi veya muhalefeti caydırır. Patricia Hill Collins’in hatırlattığı gibi, ezilen gruplar genellikle ancak mücadelelerini egemen grubun rahatını kaçırmayacak şekilde ifade ettiklerinde duyulurlar. Ancak bunu yapmak, taleplerinin anlamını değiştirir; onları güçlüleri rahatlatmakla ilgili hale getirir, adaletle değil. “İyi Müslüman” anlatısı tam da bu şekilde işler: Müslümanlardan, hayatlarını ve şikâyetlerini başkalarının kabul edebileceği bir dile çevirmeleri istenir, haklarını kendi terimleriyle talep etmeleri değil. Bu nedenle, açık sözlü ya da radikal eleştirilerde bulunan Müslüman bireyler ya da gruplar, sıklıkla İslamofobiyle mücadele eden komitelerden, kurul ve platformlardan dışlanır.
Katkılarını Listeleyerek Mücadele Etmeye Çalışmayın
Bir diğer yöntem, Müslümanların katkılarını vurgulamaktır; savaş zamanı askerlerden ve sağlık çalışanlarından başarılı girişimcilere, topluluk liderlerine kadar örneklerle. Bu stratejinin ardındaki fikir, Müslümanları “faydalı” göstererek aidiyeti güçlendirmektir. Ancak bu, Müslümanların hayatlarını yarar ilkesine indirger.
Müslümanların devlet öncelikleriyle uyumlu katkılar sunduğunda nasıl yüceltildiğini, ama devlet uygulamalarını eleştirdiklerinde veya özellikle Gazze’deki soykırıma dair politik dayanışma sergilediklerinde nasıl dışlandıklarını ya da cezalandırıldıklarını görüyoruz. O halde şu soru ortaya çıkıyor: Ya geleneksel anlamda üretken olamayanlar — yaşlılar, işsizler, engelliler — ne olacak? Onların onur hakkı ölçülebilir bir “katkıya” mı bağlı olmalı? Eşitlik, koşulsuzolmalıdır.
Dezavantajlı hayatların değeri, otoriteyi rahatlatan hikâyelere indirgenmemelidir. Bu tür bir kapsayıcılık daima koşulludur: bazılarını görünür kılar, ama sadece kurumsal anlatılara “uygun” oldukları sürece. Bu mantık, kutlanmayan ya da görünür pozisyonlarda olmayanları siler. Evelyn Brooks Higginbotham, bunu “saygınlık siyaseti” olarak eleştirir; burada haklar, örnek davranış veya elit hizmetle sınırlanır. Bu rejim altında, eşitlik, faydalı davranmadığınız anda geri alınabilir hale gelir.
Bu mantığın gözden kaçırdığı şey, hakların bir “hizmet ödülü” olmamasıdır. Akademisyenler ve aktivistler defalarca adaletin, baskı yapılarını yıkmakla ilgili olduğunu, onlara uygunluk kanıtlamayla değil, vurgulamışlardır. Onuru, egemen toplumun onayına bağlamak, aynı ırksal tahakküm mantığını yeniden üretir; özgürlük ancak ezilenler “iktidarın gözünde tanınabilir” hale geldiğinde verilir. Oysa onurumuz, devletin ya da toplumun bizi “yararlı” bulmasına bağlı olamaz. Onurumuz, müzakere edilemez, değerlendirilemez bir eşit üyelik ilkesine dayanmalıdır.
İslamofoblarla Mantık Yürütmeye Çalışmayın
Kamusal tartışmalar, İslamofobiyi sanki cehaletten kaynaklanan bir yanlış anlama gibi sunar; sanki ırkçılar Müslümanları daha iyi tanısalar önyargıları yok olurmuş. Bu yüzden Müslümanların, sosyal medyada aşırı sağ figürlerle “mantıklı” tartışmalara girmesi sıkça görülür. Ancak bu, İslamofobiyi bir güç stratejisi yerine bir “bilgi eksikliği” olarak görme hatasıdır.
Aşırı sağ gruplar, anti-Müslüman söylemleri yanlış anlama yüzünden değil, taraftar toplamak, siyasi güç kazanmak ve dışlayıcı ulusal kimlikleri pekiştirmek için kullanırlar. Onlarla tartışmak, görüşlerini meşrulaştırır; ırkçıları ikna edilmesi gereken “merkez” konumuna getirir. Irkçılarla mantık yürütme arzusu, daha derin bir liberal varsayıma dayanır: İslamofobinin esasen patolojik, yani insanların kafasındaki önyargı olduğu inancı. Böylece İslamofobi, eğitim ve diyalogla düzeltilebilecek bir “cehalet meselesi”ne indirgenir.
Ancak “cehalet” burada sadece bilgi eksikliği değildir. Charles W. Mills, “cehaletin yapısal” olduğunu söyler ve özellikle “beyaz cehaleti” sistematik bir olgu olarak tanımlar. Bu, bazı bireylerin yanlış anlamalarından değil, toplumun, kültürün ve sistemlerin gerçeği gizleme ve yanlış inançları sürdürme biçimlerinden doğar. Mills’e göre bu tür bir cehalet, dünyayı yanlış algılayarak ayrıcalığı ve gücü korumanın bir yoludur. Bu nedenle, ırkçılık “bilgiyle” iyileştirilemez, çünkü onun cehaleti iradi ve sistematiktir.
Örneğin, siyahlara veya Müslümanlara yönelik polis şiddeti vakaları haberleştirildiğinde, çoğu zaman “birkaç kötü polis” bahanesiyle geçiştirilir, kurban suçlanır veya “ırkla ilgisi yok” denilerek inkâr edilir. Bu tür tepkiler, ırksal profillemenin, durdur-ara uygulamalarının ve orantısız polis şiddetinin sistematik doğasını reddeder. Yani buradaki cehalet, sadece “bilmemek” değildir; beyaz masumiyetine ve kurumsal tarafsızlığa olan inancı korumak için gerçekliği çarpıtan bir dünya görüşüdür.
Dahası, ezilenler bir “çifte yük” altına sokulur: Hem ırksal tahakkümle mücadele etmeleri, hem de zalimin yanlış anlamalarını düzeltmeleri beklenir. Müslümanlar, hem direnen hem de “eğiten” konumuna zorlanır. Bu nedenle, ırkçılarla tartışarak İslamofobiyi çözmeye çalışmak sadece nafile değil, tehlikelidir. Çünkü İslamofobi, sadece aşırı uçlarda değil, siyasal kurumların içinde kökleşmiştir. Müslümanların ırkçılarla “tartışmaları kazanması” gerekmez; kurumsal adaletgerekir. İslamofobi, sadece düzeltilmesi gereken bir yanlış anlama değil, sökülmesi gereken bir iktidar düzenidir.
İslamofobiyi Olağandışı veya Marjinal Bir Sorun Gibi Görmeyin
Yaygın bir anlatı, İslamofobiyi aşırı sağın ya da “sapmış birkaç bireyin” işi olarak gösterir. Oysa Britanya’da İslamofobi marjinal değil, yönetişimin ve kurumsal uygulamaların dokusuna işlemiştir.
Örneğin Prevent çerçevesi: Öğretmenler, doktorlar, hatta kreş çalışanları bile “radikalleşme belirtilerini” bildirmekle yükümlüdür. Bu yükümlülük orantısız biçimde Müslümanları hedef alır. Akademik çalışmalar, Prevent’in gündelik yaşama gözetimi yerleştirdiğini, Müslümanları aşırı görünür hale getirerek “koşullu aidiyet”e zorladığını göstermiştir. Bu mantık, NHS’de bile Müslüman sağlık çalışanlarının “radikalleşme” şüphesiyle profillenmesine kadar uzanır; kurumsal şüpheyi normalleştirir.
İslamofobi, eğitimden göçe, kamu hizmetlerine kadar farklı alanlarda benzer şekilde işler; Müslümanlar daha fazla cezalandırılır, gözetlenir veya sadakatlerini ispat etmeye zorlanır. Dolayısıyla İslamofobiyi “istisna” olarak görmek, onun ne kadar ana akım hale geldiğini gözden kaçırır.
David Theo Goldberg, modern devletlerin ırksal düzenleme yoluyla nüfusu yönetme, aidiyeti tanımlama ve kırılganlığı dağıtma biçimlerini tanımlar ve bunu “yönetişim biçimi olarak ırkçılık” diye adlandırır. Bu bakışla, İslamofobi yanlış anlamadan değil, siyasi projeleri destekleyen ve şüpheyi meşrulaştıran bir sistematik düzenleme biçimidir. İslamofobiyi yalnızca aşırı sağın işi olarak görmek, asıl tehlikeyi gizler: Gerçek tehdit, sadece sokaklardaki ırkçılar değil, devletin yapısına sessizce yerleşmiş kurumsal şüphe mantığıdır.
İslamofobiyle Mücadele
İslamofobiyle mücadele, saygınlık ve temsil siyasetinin ötesine geçip sistematik bir eleştiri geliştirmeyi gerektirir. Bu, onu ırkçılık olarak adlandırmak ve Prevent, terör yasaları, göç rejimleri ve medya anlatılarını ırksallaşmış yönetişim biçimleri olarak görmekle başlar.
İkinci olarak, Müslümanların eşitliği “iyi davranış” veya “katkı” yoluyla kazanmaları gerektiği mantığına karşı çıkmak gerekir.
Üçüncüsü, Müslüman mücadelelerini siyahların, göçmenlerin ve işçi sınıfının sistematik ırkçılığa karşı mücadeleleriyle dayanışma içinde kurmak, ve nihayetinde bunu ümmetçi (Ummatic) bir ulusötesi dayanışmaya bağlamak gerekir.
Son olarak, adalet yalnızca tutumların değişmesiyle değil, kurumların dönüşmesiyle mümkündür. Ayrımcı terörle mücadele yasalarının yürürlükten kaldırılmasından medyanın hesap verebilir hale getirilmesine kadar, talep sadece bireysel farkındalık değil, yapısal reform olmalıdır.
Shaheen Kattiparambil, Leeds Üniversitesi Sosyoloji ve Sosyal Politika Fakültesi’nde öğretim görevlisidir.
criticalmuslimstudies.co.uk sitesinden yayınlanmıştır.