İslam’ı Bir Dil Olarak Okumak
Hasbunallahu ve ni’me’l-vekil…
Bu tekrar eden haykırış bizi durmadan sarsıyor.
Annelerin çocuklarını kaybetmesi, kız ve erkek çocukların anne babalarını yitirmesi, ailelerin evlerini kaybetmesi… Bir şehrin bütünüyle geçmiş ve şimdiki hayatını yitirmesi; geleceğe dair umutların soykırımsal bombardımanın altında yok olması… Geriye kalan ise yalnızca tekrar eden o çığlık oluyor: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.
Geçmişteki bir Eleştirel Müslüman Çalışmaları (CMS) konferansında, Filistinlilerin içler acısı durumlarını ele alan birçok tartışmada Gazze sıkça gündeme gelmişti. Bunun yanında, dünya liderlerinin ilkeli bir tavır alamamasına yönelik güçlü bir kınama vardı; buna, İslam dünyası liderlerinin katliamı engellemek için birleşik ve anlamlı bir duruş sergileyememesi de dahildi. İslamileştirmeyi Dini Bir Dönüşüm Olarak Yeniden Düşünmek başlıklı tebliğde, İslam’ı bir din olarak kavramsallaştırmaya yönelik eleştirel bir perspektif sunulmuş, bunun yerine İslam’ı bir dil ya da söylem olarak okuma önerilmişti. İslam’ı bir dil olarak okumak, Hristiyan-Avrupa geçmişinin yüklü bagajını taşıyan katı “din” anlayışını gevşetir ve dünyayı öte-dünyacı bir kavrayışa hapseden sınırları aşar. Bir dil olarak İslam, küresel topluluğu ortak bir “Müslümanlık” hissiyle birbirine bağlar; bu da Müslümanların geleceğini başkalarının tahakkümünden bağımsız biçimde tahayyül etmek için yeni yollar açabilir.
İslam’ı bir dil olarak okumak ilk anda tuhaf gelebilir; fakat bu, aslında din kavramına dair içselleştirilmiş hâkim anlayıştan kaynaklanır. Oysa İslam’la ilişki içinde yaşarken hiçbir zaman dilin dışında değiliz: dualarda, niyazlarda, zikirlerde; daha da önemlisi toplumsal-cemaat hayatımıza katıldığımız her anda. İslam’ın ve Müslümanlığın tezahürleri dilde ve dil aracılığıyla ortaya çıkar.
Dilin öneminin daha da belirginleştiği bir diğer boyut, Kur’an’ın yalnızca kutsal bir kitap değil, aynı zamanda ilahi varlığı, merhameti ve rehberliği hatırlatan bir dil olayı oluşudur. Kur’an, tilavet geleneği üzerinden okuyucular topluluğunu peygamberi geçmişe bağlar ve dünyada Müslümanlığın yaşam biçimini şekillendirir. Okuma pratiği, katı doktriner dindarlığın ötesine geçen, belirsiz mistik sapmalardan kaçınan, modern öz-parçalanmayı da çözen etik bir açıklığı mümkün kılar.
Yine de İslam’ı bir dil olarak okumak, dünyadaki Müslümanlık çeşitliliğini kuşatırken ümmeti birbirine bağlayan İslam’ın birliğini koruma sorunuyla karşı karşıyadır. Bu bağlamda çeşitli âlimler İslam’ı bir dil veya söylem olarak tartışmıştır.
Dini özcülük sorunundan kaçınmak için—ki bu özcülük İslam’ı çoklu, parçalı İslamlar’a bölme eğilimindedir—Talal Asad (2009), Müslüman toplulukların oluşumunu İslam’ın otoriter ilmî geleneği üzerinden açıklamak amacıyla söylemsel gelenek kavramını kullanır. Âlimler geleneği, geçmişteki söylemsel gelenekleri güncel İslami bilgi biçimlerine bağlayan bir ortodoksi işlevi görür. Ancak bir zorluk, ortodoks söylemsel geleneklerin ötesine geçen farklı Müslümanlık pratiklerini, yorumlarını ve tezahürlerini—hatta topluluklar arasındaki belirgin çelişkileri—ele almakta devam eder.
Şihab Ahmed’in İslam Nedir? (2015) eseri, Müslümanlar arasındaki bu farklar ve çelişkiler sorunuyla ilgilenir; İslam’ı hermenötik bir meşguliyet olarak, yani Müslümanların hayatlarına anlam sağlayan bir dil olarak ele alır. Ahmed, İslam’ın ne olduğu sorusunu ele almak için İslam’ın temel kaynaklarıyla ilişkileri ön-metin (pre-Text), metin (Text) ve bağlam (con-Text) kategorileriyle çerçeveleyen bir yaklaşım önerir.
Fakat belki de İslam’ın ne olduğunu açıklamaya gerek yoktur—Müslümanlar İslam’ın ne olduğunu gayet iyi bilir—nitekim Seyyid’in (2014) dediği gibi: “İslam, Müslümanlara isim veren isimdir.” Müslümanlar için İslam, İslam’dır; başka hiçbir tanımlama, Müslümanların yaşadığı gerçek İslam’ı temsil edemez. Bu nedenle, daha yararlı olabilecek olan, İslam’ın Müslümanlığı en iyi temsil edecek biçimde tezahür etmesini engelleyen engelleri ele almaktır. Seyyid (1997), İslam’ı söylemsel bir evren olarak tartışır; burada İslam, ümmetin söylemsel birliğini kuran ana-gösterendir. Batı dünya düzeni altında ümmetin karşı karşıya olduğu temel sorun, İslam’ın milliyetçilik, liberalizm, bilimsel pozitivizm, Kemalizm gibi söylemler tarafından yerinden edilmesidir. Bunun sonuçlarından biri de İslam’ın din kategorisi içine sıkıştırılarak yalnızca öte-dünyaya ait bir etkiye indirgenmesi ve dünyayı yeniden inşa etme potansiyelinin kısıtlanmasıdır. Batı hegemonyasının neden olduğu bu yerinden edilme, Müslümanlığın karşılaştığı meydan okumalarla yüzleşirken İslam(izm)in bir dil veya söylem olarak okunması gereğini hatırlatmaktadır.
Bu hegemonik dünya düzeninde—yaygın İslamofobi, küresel eşitsizlik ve Müslümanlığa yönelik siyasi düşmanlık altında—gelecek için yollar açma görevine sahip entelektüeller ve akademisyenler açısından temel soru şudur: İslam söylemini dünya içinde bir bilgi biçimi olarak nasıl konumlandırmalıyız? Burada yeniden İslam’ı din kategorisiyle temsil etme sorunu belirginleşir; çünkü bu temsil İslam’ın daha fazla yerinden edilmesine, görünmezleşmesine ve dünyadan marjinalleşmesine yol açar.
İslam’ı bir dil olarak okumak, öncelikle İslam’ın yerinden edilmesi sorununu ele almakta yararlı olabilir; zira İslam’ın ifadesi çoğu zaman anlamlı eyleme dönüşememektedir. Dahası İslam(izm) bir söylem olarak, Batı-vari İslam ve Müslümanlık düzeninin yol açtığı sorunları çözmeye; hatta İslamicate (İslam dünyası) geçmişinden miras bazı problemli dini anlatıları çözmeye yardımcı olabilir. Dini özcülüğün takfirci eğilimler ve dışlayıcılıklar üretmesi; mezhepçilik ve mezhepler arası ayrışmalar; aşırı kadercilik nedeniyle öte-dünyacı kaçış; yozlaşmış yönetici elitlerin çıkarlarını korumak için dini araçsallaştıran söylemler… Tüm bunlar terk edilmelidir. Bunun yerine, ümmetin onurlu ve birlikçi bir düzenini kurmaya yönelik yeni İslami anlatıların yeniden formüle edilmesine öncelik verilmelidir.
Böyle bir düzen yokken, ümmet Gazze için ve dünyanın başka yerlerinde haksızlığa uğrayanlar için nasıl konuşabilir? Sıkça duyulan yalnızca sözde Müslüman devlet liderlerinin sıradan, etkisiz konuşmalarıdır; dini hutbeler ise basit bir teselli söyleminin ötesine geçemez. Bu da İslam’ın bir dil olarak dünyadan ne kadar uzaklaştırıldığını gösterir.
Gazze’den gelen çığlıklar hâlâ kalplerimizi ve vicdanlarımızı titretiyor; bize İslam’ın hâlâ açık bir şekilde yankılandığı yerlerin olduğunu hatırlatıyor. Dünyanın onları terk ettiği bir anda, onların tutunabildiği tek şey geçmiş elçilerin dilidir: sabırla, direnişle ve sebatla; Allah bize yeter, Allah’tan geldik ve nihayetinde O’na döneceğiz.
Ehsan Shahwahid, Leeds Üniversitesi Sosyoloji ve Sosyal Politika Okulu’nda doktora öğrencisidir; Eleştirel Müslüman Çalışmaları için İkbal Merkezi’nin yürütme kurulu üyesidir.
criticalmuslimstudies.co.uk sitesinden tercüme edilmiştir.