İhtiyarlarımızı Ararken

İhtiyarlarımızı Ararken

 

Modern hayatın bizi zincirlerimizden kurtarıp önümüze cazip ufuklar açtığı sanısıyla geleneği ve ona ait olan her şeyi hor görmeye başladığımızdan beri mahrum kaldığımız ve yaşamımızdan yavaş yavaş çekilen bir unsur var: İhtiyarlar. Yaşlı kelimesini ‘ihtiyar’a tercih etmeye –dile yapılan müdahaleleri saymazsak-  başladığımızdan beri öyle anlaşılıyor ki; ‘yaşlı’ yı gözden düşürmek ‘ihtiyar’a göre daha kolay oldu. Yalnızca ‘yaşamış olmak’ veya dünyada fazla sene geçirmekle sahip olunamayacak saygınlığıyla ihtiyarlık,  elbette bizim kültürel evrenimizde çağrışımı, anlam yükü ve kullanımı açısından ne yaşlı ne de kocamış ile taşınamayacak bambaşka bir sosyal konumu temsil eder. 

Etimolojik olarak ihtiyar kelimesinin kökü Arapça ‘hayr’ kavramına dayanıyor ve ‘seçme, tercih etme, özgür irade, üstün tutma’ anlamlarından türüyor. Bu köke uygun biçimde Türkçe ’de ‘seçkin, hayırlı kişi’ manasıyla tedavülde bulunuyor(du). Günümüzde ihtiyar kelimesi eskiye nispetle fazla tercih edilmiyor veya kimi zaman argo çağrışımlı anlamlar (N’aber ihtiyar?) yüklenerek aşınmaya uğratılabiliyor. Yaşlılığın atıl ve değersiz görüldüğü,  insanlara hız ve verimlilikle paha biçilen bir çağda ihtiyarlık da yavaşlık ve verimsizlikle damgalanıp kolaylıkla yaşamın kıyısına itilebiliyor.

Sosyolojide ise yaşlılık, sadece biyolojik bir süreç değil; toplumsal olarak tanımlanan, anlamlandırılan ve konumlandırılan bir dönemdir. Yaşlılık, bireyin bedensel değişimlerinden çok, toplumun o bireye biçtiği roller ve değerlerle şekillenir. Bu nedenle yaşlılık kavramı, toplumdan topluma, kültürden kültüre değişmekle birlikte kültürümüzde ihtiyarlığa biçilen rolün, hesabını tamamlayıp kenara çekilmekten ziyade hayatın anlamını derinleştirmiş bilgelikle karakterize olduğu kolaylıkla görülebilir. Sosyolinguistik açıdan Türkçede yaşlanmayı ifade eden “ihtiyar” ve “yaşlı” kelimeleri, yüzeyde benzer iki sözcük gibi görünse de, toplumsal anlamlandırma, kültürel çağrışım, söylemsel bağlam ve değer yükleri bakımından oldukça farklıdır. Betimleyici ve yüksüz bir kelime olan yaşlı  (yaşlı nüfus, yaşlı aylığı, yaşlı bakım hizmetleri vs) ile toplumsal bir değer yüklenmiş olan ihtiyar (ihtiyar heyeti, ihtiyara danışmak, ihtiyar adam vs.) arasında sembolik sermaye, saygı normları ve meşru otoritenin temsili bakımından önemli ayırımlar vardır. Bu ayırım basit bir kelime tercihinin ötesinde toplumun yaş almış insanlara bakışının nasıl evrildiği konusunda fikir vericidir. 

Modernliğin insan yaşamına getirdiği en temel değişim şüphesiz zaman algısını tepe taklak etmesi ile ilgilidir. Modernleşme yalnızca ekonomik ve kurumsal yapıların değişimini değil; zamanın toplumsal deneyimleniş biçimini de köklü bir şekilde dönüştüren bir zihniyet devrimidir. Bu nedenle yaşlılığın modern toplumdaki konumunu anlamak için, modernliğin ‘zamanı örgütleme’ tarzına yakından bakmak gerekir. Çünkü modernlikte değişen aslında yalnızca üretimin ritmi değil; insan ömrünün anlamlandırılma biçimidir. Kavramlar tarihi veya zamanların semantiği çalışmalarıyla bilinen Reinhart Koselleck, modernliği “hızlanan tarih” olarak niteler ve değişimin yalnızca teknik ilerlemede değil insanlar ve zaman arasındaki ilişkide ortaya çıktığından bahseder. Ona göre zamanın iki boyutu vardır: Deneyim alanı (erfahrungsraum) ve beklenti ufku (erwartungshorizont). Geleneksel toplumlarda bu iki alan birbirine yakındır: Gelecek, geçmişin sürdürülmesidir. Modern toplumlarda ise gelecek, geçmişten kopar, hatta geçmişi aşmak üzerine kurulur. Böylece beklenti ufku hızla genişler, deneyim alanı ise yetersizleşir. Bu asimetri, değişimi sürekli ve zorunlu kılar.  

Sosyolog Hartmut Rosa ise modern toplumu ‘sürekli ivmelenme çağının toplumu’ olarak kavramsallaştırır. Bu ivmelenme üç düzeyde işler: Teknik ivmelenme; ulaşım, iletişim, veri akışı hızlarını kast ederken toplumsal değişimin ivmelenmesi; kurumların, mesleklerin ve örüntülerin kısa sürede geçersizleşmesini anlatır. Yaşam temposunun ivmelenmesi ise bireyin daha kısa sürede daha fazla şey yapma zorunluluğudur. Bu hız rejimi, zamanı lineer, ilerlemeci ve sürekli yenilik talep eden bir yapıya dönüştürür. Modern birey için ‘eskime’, yalnızca nesnelerin değil, deneyimlerin ve hatta kimliklerin kaderi hâline gelir. Artık toplum giderek artan bir hızda toplumsal ivme tarafından yönlendirilir ve süratlenen toplumun kaotik mizacı içerisinde kişiler hamster çarkına dönmüş yaşamlarında tükenmeye mahkûm edilir. 

Modern toplumda değişime yön veren ana itki ilerleme fikridir. Koselleck’çi bağlamda beklenti ufkunu genişleten sebep, sürprizlerle dolu bir gelecek içerisinde sıklıkla değişmenin ilerleme biçiminde algılanmasıdır. Oysa tarihin hızlanması modern insanın geleceği tahmin etmesini oldukça zorlaştırır.  Beklenti ufku sürekli genişlerken deneyimler bunu karşılayacak kadar hızlı bir şekilde birikmediğinden ikisi arasındaki makas açılır ve bu durum tekil insan bünyesindeki bütünselliği kırılgan, geleceği ise riskli hâle getirir. Modern birey paradoksal biçimde, geleceğe dair daha güçlü umutlar besler ancak eskiye nispeten çok daha fazla toplumsal çatışma içine girer. Bu durumun yaşlılara faturası çağın gerisinde kaldığı hissiyle gelen toplumsal yabancılaşma ve aidiyet kaybıdır. Günümüzün beklenti ufku dijital, hızlı, sürekli yenilik isteyen modern bir zamana aitken yaşlıların deneyim alanı ‘daha yavaş akan bir dünya’ya aittir. Böylelikle tüm toplum dramatik biçimde kültürel süreklilik duygusunu yitirir. Feraset sahibi bir göz bu durumun sadece yaşlılara değil gençlere ve hatta çocuklara bile ciddi bir bedel ödeteceğinin farkındadır. Her değişimi ilerleme veya gelişme sanma yanılsaması öyle basitçe geçiştirilebilecek sonuçlar doğurmayacaktır. 

Son yıllarda dijitalleşmeyle gelen ikincil ivmelenme ile eğitim, sağlık, devlet, emeklilik sistemi gibi kurumsal alanlarda inşa edilen yeniden yapılanma, yaşlılar açısından başta beceri uyumsuzluğu ve yardım bağımlılığının sebep olduğu toplumsal dışlanmayı (ageism) ciddi oranda artırmaktadır. Bilişsel yorgunluk ve teknolojik kırılganlık yaşlıların toplumsal yaşama uyumlaşmasını zorlaştırmakta ve onları dijital eşitsizliğin başat mağdurları hâline getirmektedir. Değişimin hızı deneyimi aştığında ruh dünyaları görünürlük kaybıyla yüz yüze kalan yaşlılar  ‘geriye dönük bir kategori’ olarak hastalık, bakım ve yük kavramlarıyla birlikte anılmaktadırlar. Nihayetinde yaşlılığa özgü yavaşlık, duruluk, hatırlama ve tefekkür gibi değer alanları gözden düşer. Öte yandan modern dönemde yaşam beklentisinin artması yaşlılara yeni roller ve kimlikler kazandırmaya başladı. Emeklilik sonrası üretkenlik, gönüllülük ve eğitim faaliyetleri yeni ‘aktivite rejimleri’ doğururken yaşlılık, modern toplumlarda bireysel özerkliğin güçlendiği bir yaşam evresi de olabiliyor. Bu bağlamda Peter Laslett, bireyin üretimden çekilmesiyle başlayan ama toplumsal katılımın farklı biçimlerde sürdüğü bu döneme ‘üçüncü çağ’ adını veriyor. Ona göre bu yaşam evresi imkânların genişlediği, bireyin kendi anlam dünyasını inşa ettiği, toplumsal katkının yeniden şekillendiği bir dönem olarak bakım gerektiren ‘gerçek yaşlılığın’ öncesine tekabül ediyor. Üçüncü çağ kavramsal penceresinden bakıldığında yaşlılık,  bir nevi ‘ikinci gençlik’ dönemi olarak yorumlanıyor ve toplumla yeni bağların kurulduğu ve insanın hikâyesini yeniden yazabildiği ve manevî derinlik arayışının yoğunlaştığı bir çeşit ‘köprüden önceki son çıkış’ işlevi görüyor. 

Bütün bunlar vuku bulurken yaşlılara her durumda iyi davranmayı vazeden kadim kültürümüz modernliğin saldırı ve ayartmaları karşısında kendine hakikî bir yol bulmaya çalışıyor. İnsanlarımız ömürleri hızla tükenirken modern yaşlı ile geleneksel ihtiyar olmak arasında nasıl bir yol tutturacakları konusunda hâlihazırda istikamet sahibi değiller. İslam’ın dil ve kültür bünyesinde, yaşlanmayı manevi sermaye, ahlaki otorite ve deneyime tahvil eden ruhu, meşruiyetini bedenden değil birikimden alan itibarlı bir ihtiyarlık üretmeyi başarmış, topluma birçok bakımdan (hafıza taşıyıcısı, ahlakî köprü, akıl danışma mercii) değer sunabilecek eli öpülesi yaşlılar yetişmesini sağlamıştı. Gelenekte Dede Korkut anlatılarından Divânü Lügati’t-Türk’e, Orta Asya oba düzeninden Osmanlı kasabalarındaki ‘ihtiyar heyeti’ne kadar her dönemde yaşlılık hikmet ve olgunlukla ilişkilendirilmiş, bilhassa çatışma çözme konusunda ihtiyarların toplumda hakemlik rolünü üstlenerek toplumsal bütünleşmeyi sağladıkları yakın geçmişe kadar sıkça tecrübe edilmiş idi.  Dolayısıyla ihtiyar olmak biyolojik yaşlanmanın ötesinde ahlaki yeterlilik göstergesi olarak değerlendirilir, özellikle hadis kültürü çerçevesinde yaşlılığa şeref, ak saça nur, duaya otorite, tecrübeye rehberlik ve düşkünlük/kırılganlığa rahmet payeleri verilmişti. Günümüzde istisnaları bulunmakla beraber ihtiyarlarımızdan yoksunuz. Dijitalleşmenin tazyikiyle yaşlıların bize verebilecekleri bir şey olmadığı zannı içerisine düştüğümüz bu zamanda aile büyüğünden mahalleye, kasabadan kente ve oradan devlet büyüğüne kadar, toplumu rahatlatıp bütünleştiren ihtiyarlara sahip olduğumuzu kim iddia edebilir ki…

İhtiyarlık yaşımızı aldıkça erişebileceğimiz bir ahlakî seviye ise bu durum yaşlılara önemli sorumluluklar yüklüyor demektir. Ancak yaşlılarından saygın ihtiyarlar çıkarma işi yalnızca yaşlananların kendi başına gerçekleştirebilecekleri bir ödev gibi görünmüyor. Kadim bir Afrika atasözü ‘bir çocuğu yetiştirmek için bir köy gereklidir’ der. Eğer öyleyse ihtiyarlarımızın yetişmesi –evet ihtiyar ilişkisellik içerisinde yetişen bir şeydir- için geçmişte olduğu gibi esaslı ve güçlü bir kültürel ortama ihtiyaç var, onları hayatın dışına itip ölümü beklemeye mecbur bırakan bir topluma değil. Ancak kendi kültürel bilincine ermiş, sağlıklı işleyen,  umudunu, hürmet ve vefa duygusunu yitirmemiş toplumlar yaşlılarına kıymet verir ve onlar üzerinden hafızasını kurup bütünlüğünü koruyabilir. Gençlerin her durumda ön plana itildiği, bütün beklentilerin belirsiz bir gelecek tasarımı eşliğinde ‘toy ve tıfıl’ bünyelerin omzuna yüklendiği atmosferde yaşlılar işlevsiz, atıl ve hatta zararlı olmayı çoktan kabullenmiş demektir. Belki söz konusu geri çekilmeyi konfor alanına dönüştürmekten memnun da olabilirler. Oysa yaşlının ve özel anlamıyla ihtiyarın görevi esas burada başlamaktadır. Ailenin, toplumun ve hatta devletin sorunlarının ve işlerinin sıkıntısı gençlere yüklenmeye devam ederse, gerçekleştirmeleri gereken çok daha başka yaşam ödevleri varken onlar yaşlı rolüne soyunarak topluma yön vermeye kalkarsa, henüz yürümedikleri yolda rehberlik etmeye çalışan şaşkınlar gibi hem birçok hata yapmak zorunda kalacak hem de kendi yaşamlarını ıskalayacaklardır. Gençlere bu kötülüğü yapmaya yaşlıların hakkı var mıdır, bu konuda durup düşünmek gerek. Güncel bir araştırma dijital bağımlılığın en çok belli yaşın üzerindeki bireyleri esir aldığını ortaya koydu, bazı düşük sosyal mecralar yaşlıların kendini rüsva ettiği çekimlerle dolu. Toplum büyüklerin boşluğunu başka hiçbir şeyle dolduramadığı gibi, neyin eksik olduğu konusunda yeterince ayık değil. İhtiyar olmayı seçmeyen veya bunun için emek vermeyenler, tam da Kur’an-ı Kerim’in kullandığı anlamda toplumda ‘ihtiyar etmeyenler’ geriden gelenlerin rol karmaşası yaşamasına sebep oluyor. Çocuklar çocuk, gençler genç olamıyor. Yeni kuşakları eleştiri yağmuruna tutmadan önce iğneyi kendimize batırmamızın zamanı gelmedi mi? 






Diğer Yazıları

Hikmet de Dijitalleşecek mi ?

Hikmet de Dijitalleşecek mi ?

  • 25.08.2025 / 20:46

Yorum Yaz