Toplumsal Marazlarımızda Yitirilen Volkgeist

Toplumsal Marazlarımızda Yitirilen Volkgeist

Toplumu yaşayan bir organizma veya insan bedeni gibi tahayyül etmek sosyolojik düşünce geleneğinde oldukça eskidir. Bu bakış açısına göre, bütün toplumlar bir ruha, bilince, nabza sahiptir ve toplumsal iyi oluş hâli veya sıhhat, her uzvun işlevlerini gerekli seviyede yerine getirmesine bağlıdır. Toplumu insan bedeni gibi düşünmek, onun sağlıklı işleyişi kadar hastalıklarını da anlamanın en iyi yoludur. Bu anlamda toplumun hastalanması veya sosyal marazla kastettiğimiz kolektif bünyede ortaya çıkan bozukluklardır. 

Durkheim, bir toplumun sağlığını kolektif bilincin gücüyle ölçer. Kolektif bilinç, bir toplumun ortak yaşamını yönlendiren, bireylerin üzerinde ve onlardan bağımsız bir şekilde var olan müşterek düşünme biçimidir. Toplumun devamını sağlayan ve bireyleri ortak davranmaya yönelten ahlakî bağın kaynağıdır. Dolayısıyla bir toplumun kolektif bilinci öncelikle onun ahlakî normlarında, dini ritüellerinde, ortak sevinç veya yasın canlı tutulduğu özel günlerinde görünür olur. Ortak değerler zayıfladığında toplum çözülür; bireyler ‘biz’ yerine sadece ‘ben' demeye başlar ve toplumsal maraz, işte tam da bu durumda ortaya çıkar. Kolektif bilinç bireysel bilinçler üzerinde güçlü etkiye sahip olduğundan ortak duyumsama, düşünme ve eyleme yetisini kaybeden toplumlarda bireyler öncelikle gerçekle temasını yitirir, kendi önyargılarından beslenen bir halüsinasyon görmeye başlar. Bu bozulma sınırlı bir alanla yetinmez ve habis bir ur gibi yaygınlaşmaya ve bulaşma yoluyla geneli etkisi altına almaya başlar. Toplum adeta ateşli bir hasta gibi olur, bir gün bir olaya öfke duyar, ertesi gün bambaşka bir gündemle unutur. Bu unutkanlık, marazın en belirgin göstergesidir: sürekli uyarılmış ama derin düşünemeyen bir toplumsal zihin. 

Günümüzde sosyal medya kolektif bilince dair marazî halleri en yoğun biçimde gözlemleyebileceğimiz doğal bir laboratuvar haline gelmiştir. Bir toplumun hastalığı en çok tepkilerinde görünür. Bu mecrada bireyler gerçekliği infialler ve kısa ömürlü öfkelerle her an yeniden ve süratle şekillendirmeye çalışarak karşıtlıktan beslenen bir gruplaşma üretiyorlar. İnsanlar artık birbirlerini ikna etmeye değil, alt etmeye çalışıyor. Kamuoyu bir diyalog alanı olmaktan çıkıp, duygusal reaksiyonların çarpıştığı bir sahneye dönüşüyor. Herkes haklı (!) ama kimse anlamak istemiyor. Ortak değerler, ahlaki referanslar ve güven duygusunun çözülmeye başlaması, kendini yönlendiremeyen, neyin doğru neyin yanlış olduğuna ilişkin sağlam fikir sahibi olamayan, aynı toplumda birlikte yaşadığı ve aynı kaderi paylaştığı insanlara düşmanca tavırlar sergileyen bireyleri çoğaltmıştır. Türkiye’de bugün yaşanan kutuplaşma, tam da bu tarz bir çözülmenin veya hastalıklı düşünmenin sonucudur ve yalnızca siyasal bir ayrışma değil, ahlaki ve bilişsel bir parçalanma olarak da görülmelidir. 

Sosyal medya bize kolaylıkla, bilginin yerini kanaate ve öfkeye bıraktığını gösteriyor. Akıl sustuğunda bağıran kazanıyor; ses yükseltenin haklı sayıldığı bir kültür doğuyor. Gündemler birer duygusal ateş topuna dönüşüyor, her gün bir ‘yeni infial’ yaşanıyor ve toplum her defasında biraz daha yoruluyor. Oysa sağlıklı toplumlar, yalnızca bilgiyle değil, sağduyu ile ayakta kalır. Sağduyu, duyguların akılla dengelendiği, tepkilerin ölçüye kavuştuğu bilinç hâlidir. Türkiye’de bugün eksikliği en fazla hissedilen şey, tam da budur: duygusal yoğunluğumuzu taşıyacak kadar olgun bir sağduyu zemini.

Son yıllarda sıkça rastladığımız marazi toplumsal refleksler, sağduyunun yerini duygusal taşkınlığa bıraktığını gösteriyor. Dijital linç kültürü, bir olayın ayrıntılarını bilmeden yalnızca öfke duygusuyla topluca saldırıya geçmenin yeni biçimidir. Bu, Durkheim’ın ‘kolektif coşku’ kavramının patolojik hâlidir. Benzer şekilde, sahte kahramanlık kültürü de toplumsal marazın başka bir tezahürüdür. Gerçek cesaret ya da etik tutarlılık yerine, sosyal medyada gösterilen hamasi çıkışlar kahramanlık sayılmaktadır. Aidiyetin mutlaklaştırılması ise, ‘bizden olanı’ her durumda savunup ‘öteki’ni düşman ilan etme eğilimini besler. Tüm bunların merkezinde, aşırı duygusallık yatmaktadır. Olayları kişisel kırılganlıkla algılamak, toplumsal meseleleri akıldan çok hislerle değerlendirmek, Türkiye’de düşünsel enerjinin duygusal fırtınalar içinde dağılmasına neden olmaktadır. Bu tepkiler, toplumun artık sorun çözme değil, sorun üretme eğiliminde olduğunu gösterir ve bağışıklık sistemi zayıflamış bir beden gibi, toplum da kendi hücrelerine  - yani kendi insanlarına -saldırır hale gelir.

Türkiye’de bugün aidiyet bağları ciddi ölçüde gevşemiştir. Toplumsal sorunlara birlikte çözüm aramak yerine, her grup kendi hakikatini ilan etmektedir. Farklı kimlikler birbirine temas etmiyor, hatta aynı şemsiye kimlik bünyesinde bile bir araya gelemiyor ve temas ettiğinde çatışıyor. Kamuoyu, Habermas’ın tanımladığı anlamda bir ‘rasyonel tartışma alanı’ olmaktan çıkmış, yerini duygusal savunma hatlarına, ‘duygusal kalabalıklar’a bırakmıştır. Tartışmalar düşünceyle değil, aidiyetle yürütülüyor. Artık biriyle tartışmıyoruz; hangi tarafta olduğunu sorguluyoruz.
Bu durum sadece siyaseti değil, toplumsal hafızayı da çarpıtıyor. Herkes kendi gerçeğini yaratıyor.
Birbirimizin sevinçlerine, acılarına ve kayıplarına yabancılaşmak, toplumsal bağların çözülmesinin en derin göstergesidir.  Empatinin yerini öfke, sabrın yerini hız, diyalogun yerini slogan aldığında toplumsal maraz artık kökleşmiş, sonuçta toplum, bir arada yaşama kapasitesini kaybetme eşiğine gelmiştir.

Alman düşüncesinde 18.yy sonunda ortaya çıkan ‘volkgeist’ kavramı halkın ruhu, ulusun tin’i, ve toplumun karakterini oluşturan ortak bilinç anlamlarına gelmekte, Durkheim’ın ‘kolektif bilinç’ kavramıyla benzerlik göstermektedir. Kavramın sahibi Herder, ‘volkgeist’ ı,  bir milletin ruhunu, yani ortak duygusal enerjisini anlatmak için kullanmıştır. Bu bağlamda her toplum, kendi ruhundan beslenir. Kavramın bizim düşünce tarihimizdeki yakın karşılıkları Ziya Gökalp’te ‘hars’, Nurettin Topçu’da ‘şahsiyet’ ve Erol Güngör’de milli şuurdur. Herder’e göre bir toplumun ruhu, onun tarih boyunca biriktirdiği anlamların toplamıdır. Her toplum ruhunu kendi köklerinden alır ve buna göre Almanya’da disiplin, Japonya’da ölçülülük, İskandinav toplumlarında soğukkanlı denge hâkimdir. Türk toplumunun tarihsel ‘volkgeist’ı ise duygusal yoğunluk, cesaret, yardımlaşma ve hızlı tepkililik şeklinde görülmeye uygundur. Ancak bu özellikler, akılla dengelenmediğinde erdem olmaktan çıkabilen karakterdedir. Duygu akıldan koparsa, erdem yerini öfkeye bırakır. Bugün Türk toplumu, duygusal reflekslerini aklın yerine koyarak kendi içinde bir gerilim üretmekte ve her kriz bir travmaya, her eleştiri bir saldırıya dönüşmektedir. Rasyonel toplumlar sorunlarını tartışarak çözer; duygusal toplumlar ise tepkisel davranarak yeniden üretir. Bu nedenle Türkiye, kendi enerjisini sürekli tüketen bir ‘duygusal girdap’ içinde dönüyor. Maraz, tam da burada kronikleşiyor, toplumun iç sesi, kendi yankısında kayboluyor.

Her hastalık öncelikle teşhisin doğru konulması ve bozulmanın etraflıca anlaşılmasıyla iyileşme sürecine girer. Bizim durumumuzda iyileşme ise öncelikle duyguların tanınması ile başlayacaktır. Toplumsal marazlardan kurtulmanın yolu ani müdahalelerden değil toplumun kendi iç ahengini yeniden kurmasından geçer. Bu noktada sağduyu, duyguların yönünü tayin eden pusula olarak görülebilir.  Tarih boyunca insanları bir araya getiren ve toplumu dengede tutan mekanizmaları hatırlamak sağlıklı bilinç oluşturma yolunda iyi bir başlangıç noktası olacaktır. Sağduyu, ne soğuk bir rasyonellik ne de kör bir duygusallıktır; aksine aklın ve kalbin dengede olduğu bir idrak hâlidir. 

Bizim geleneğimizde bu dengeye karşılık gelen kavram ise vakardır. Vakar, insanın hem kendi nefsine hem çevresine karşı ölçülü, ağırbaşlı ve içsel bir sükûnetle davranabilmesidir. Vakar sahibi insan, tepkilerini tartar, adaleti duygularının önüne koyar. Toplumlar da bireyleri gibi vakar kazandıkça olgunlaşır; aceleciliğin yerine metanet, öfkenin yerine sükûnet geçer. Bugün Türkiye’nin en fazla ihtiyaç duyduğu şey, hem bireysel hem toplumsal düzeyde bu vakar bilincidir. Hızlı tepki yerine derin düşünme, suçlama yerine anlama, öfke yerine itidal. Herder’in dediği gibi, bir milletin ruhu ancak “kendini duymaya” başladığında yeniden doğar. Türkiye de kendi acısını, öfkesini ve korkusunu duymaya başladığı gün, sağduyu ile vakarı yeniden bulacak; akılla kalbi barıştırarak gerçek bir toplumsal iyileşmenin yolunu açacaktır. 








Diğer Yazıları

Hikmet de Dijitalleşecek mi ?

Hikmet de Dijitalleşecek mi ?

  • 25.08.2025 / 20:46

Yorum Yaz