Gönül Ehli Bir Nadim: Haşmet İbriktaroğlu
Not: Bu deneme Ah Güzel İstanbul filmi hakkında yazılan bazı görüşleri eleştirel bir tarzda ele alıp, film ve özellikle de ana karakterler hakkında genel bir perspektif sunmaktadır.
Nitelikli bir filmi izlemenin iyi bir şiiri okumak, yanık bir türküyü dinlemek gibi insanın yakasına yapışan bir yönü var. Nasıl hüzünlü bir türkü ağır bir derdin üstüne ötelerden gelip diline dolanıyorsa, kaliteli filmlerdeki sahnelerin de günlük hayatın keşmekeşi içinde insanın gözünün önüne gelmesi kimseye yabancı gelmiyordur. Şahsen ben ne zaman ortamı geren gereksiz nasihatvari bir söz söylesem Haşmet’in “ne vardı papaz gibi laf edecek!” deyip kendine kızdığı sahne gözümün önüne gelir. Ah Güzel İstanbul filmini bu kadar dokunaklı kılan şey belki de dönemin ruhuyla sınırlı kalmayarak insanın özüne odaklanmasıdır. İnsana ait her duyguyu bulmak mümkündür bu eserde. Özellikle vefa ve şefkat filmin merkezi temalarındandır. Geleneğe vefakâr, güzele ve âcize müşfik…
Goethe’den mülhem insanın kendini yalnızca başka bir insanda tanıma imkânına sahip olmasındandır ki Haşmet, aslında Ayşe’de kendini görmektedir; Ayşe’ye neyi salık veriyorsa bir anlamda kendi nefsine söylemektedir. Uzun yıllar ayrı kalmış bir dosta kavuşma heyecanı saklıdır Ayşe’ye bakışında. Bu ne bir şeyhlik, ne de uçuk bir âşık makamıdır. Haşmet, her yönüyle dervişlik makamındadır: mülayim, müşfik, nadim, kalender…
Filmi modernleşmeye karşı bir eleştiri veya sınıfsal bir temele yerleştirip okumaya kalkmak çok isabetli olmayacaktır. Evet, Haşmet batılılaşmaya ve batı hayranlığına karşıdır hatta düşmandır ama O, fotoğrafçı ve piyano çalan modern bir karakterdir. Batılılaşmaya karşı olması bunun kuru bir taklitçilik olarak uygulanması sebebiyledir. Ayşe’nin işçi sınıfından geliyor olması, Haşmet’in çevresinin genelde orta gelir grubundan olması sınıfsal bir eleştiriden ziyade dönemin sosyolojisini yansıtmaktadır. Ayşe’nin ailesine dair verdiği ipuçları, evden kaçmış olmanın verdiği vicdan azabına karşı geliştirmiş olduğu bir savunma olarak ele alınmalıdır. Burjuva sanılanın aksine, sade bir yaşam sürer; sonradan görmüşlük ve şaşaa bir sınıfın özelliği değil, olsa olsa bir zümrenin karakteridir. Ayşe, çıkarları adına bir “üst sınıfa” geçmek isteyen bir birey değil, günümüzün havai bir instagirlüdür.
Haşmet’in kendini tembel ve miskin görmesi, zor zamanda söylenen kendini tahkir etmeye yönelik bir söylemden ziyade kendini bilmesidir; nitekim O bir mirasyedi ve alkoliktir. Zaten Haşmet’i filmin diğer karakterlerinden ayıran yön de budur. Kendini yüksek gören bir züppe veya alçakgönüllü görünmeye çalışan bir düzenbaz değil, tevazu sahibi biridir ki “mütevazı bir meslek” olarak gördüğü sokak fotoğrafçılığında karar kılmıştır.
Ana karakterlerin ikisi de nefsine yenik düşmüştür. Haşmet, atadan gelen bir varidat dolayısıyla elde etmiş olduğu fırsatları değerlendirince, Ayşe de hayalini kurduğu şöhrete kavuşma adına ailesinden kaçarak nefsine yenik düşmüştür. Haşmet’in mirasyediliği ve dibe vurmuşluğu bir anlamda onun seyrüsülûkudur. Dolayısıyla, Ayşe’ye yol gösterme veya “doğru yola sevketme” adına tecrübe Haşmet’in heybesinde mevcuttur. Filmde Haşmet’in dibe vurduktan sonra hala kendi muhitinde saygı görmesi, asaleti ve geleneğe olan bağlılığıyla ilintili sunulmuştur. Asil azmaz, bal kokmaz demişler. Senaryo üzerinde büyük katkısı olsa da, filmin yönetmeninin filme dokunuşları yüzünden sonradan filme karşı mesafeli duran Ayşe Şasa, bu bağlamda Haşmet’i “kollamış” olabilir ki kendisi de köklü bir aileye mensup.
Filmin batılılaşma ve gelenekçilik arasına sıkışmış hali Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanını anımsatmaktadır. Neriman’ın geleneği temsil eden Şinasi ve batıyı-batılılaşmayı temsil eden Macit arasında tercih yapmak zorunda kalmasına benzer bir durum söz konusudur. Neriman’ın çeşitli çabalar sonucunda vardığı kararla Fatih-Harbiye romanında galip gelen gelenek tarafı, Ah Güzel İstanbul filminde de galip gelmiştir; fakat filmin ana karakterlerinden Ayşe, bu tercihine bir akıl yürütme neticesinde değil, defalarca şöhreti yakalamayı deneyip başarılı olamadığı (kısmen olsa da hüsranla sonuçlanıyor) girişimler sonucunda Haşmet’in de kalenderliği sebebiyle bir anlamda mecbur kalmıştır. Tabii Haşmet’in Ayşe’ye karşı sarsılmaz sevgi ve şefkati dolayısıyla sevdiğine karşı vefakâr inadı da bu noktada unutulmamalıdır, tıpkı Şinasi’nin gayretleri gibi. Filmin sonunda eski değerlerin “üstün gelmesi” aynı Peyami Safa’nın yaptığı gibi muhafazakâr bir tercihtir. Her ne kadar muhafazakârlık gerek kültürel manasıyla gerekse de siyasi anlamda tartışmaya açık bir konu olsa da muhafazakârlığın temel dayanaklarından gelenek, ataların kadim bilgeliği(wisdom of ancestor) bağlamında gemiyi limana güvenle yanaştıracak bir imkândır.
Kulübe-i Ahzan, geçmişin tüm izlerini içinde barındıran bir mekândır. Bu izler yalnızca babaannesinin maşlahı, köşkten getirdiği birkaç parça eşya ile sınırlı değildir; aslında Haşmet’in vakur tavrında yaşanmışlıkların gölgeleri mahfuzdur. Haşmet, nedametin tecessüm etmiş halidir. Onun duruşunda Yunus Peygamberin yakarışındaki pişmanlığın bir nüvesi karşımıza çıkıyor. Yakup Peygamberin sabırla Yusuf’unu bekleyişinin bir misalidir Haşmet’in yaşadığı. Belki de Onun Yusuf’u, “küçük cezve” Ayşe’dir. Yakup Peygamberin oğluna duyduğu sevgi, hasret ve de şefkat dünyevi alanın çok daha ötesinde, dünya hayatı ile kaim ve daim olan bir muhabbet değildir. Haşmet’in Ayşe’ye olan muhabbeti, evlenip düzgün bir hayat kurmaktan ya da “namus bekçiliği” yapıp genç bir kızı kötü yola düşmeden kurtarmaktan ziyade iyiliğe ve güzelliğe karşı fıtri bir yöneliştir. Haşmet’in sevdiceğine her kavuştuğu sahnede hayat dolu olması bir anlamda Hayy isminin cilvesine mazhar olmasıyla alakalıdır.
Ah Güzel İstanbul filminde herkesin payına düşen bir hisse bulunmaktadır: kaybediş, hüzün, sevgi, nedamet… Yaptığı herhangi bir eylemden dolayı hayatında hiç pişmanlık duymamış biri yoktur herhalde. Hakeza her işi rast gitmiş biri. Haşmet, iyi veya kötü tüm bu yaşanmışlıklar karşısında insan kalabilmenin bir timsalidir.