Annemin Suyla Yazılmış Hikayesi

Annemin Suyla Yazılmış Hikayesi

 

Bu hikâye, annemin hikâyesi aslında, ya da suyun.. daha doğrusu suyun, annemin hayatında kendi hikâyesini bulması diyelim. Ya da hiç bir şey demeyelim, olacağına varsın her şey.

En iyisi yüzeyden başlamak. Annemle su arasında geçen hikaye, yüzeyde başlıyor çünkü. 

Genç bir gelinken annem, Suruç’ta, baba köyünde görmediği ve göreceğini hiç düşünmediği, gözün alabildiğine geniş bir ovaya sermiş hayallerini.. Oğullar ve kızlar düşlemiş.. Yanı başında çocuklarının evleri.. Ve torunların kaynaşarak tek bir omuz olması tabutunun altında.. Uzunca bir hayat ektikten sonra, kendi bedenini ekecekti onlarca kendinden elle toprağa.. 

En çok sevdiği şey, çiçeklerdi.. Avlunun dört bir yanını dolanırlardı. Koyunların ağıldan çıkış ve giriş sahneleri, Kartaca-Roma kapışmasından daha şiddet içerikli olabilirdi. Annemin suyla hikayesi, biraz da çiçeklerin yazgısıyla ortaklaşır. Çünkü ileride, suyu, kollarıyla ya da omuzunda yüzlerce metre öteden getirmek zorunda kaldığında bile, çiçeklerden vazgeçemeyecekti. 

Genç bir gelinken annem, Suruç’ta, baba evinde provasını yaptığı “bêrî”ye, koyun sağmaya, köyün usta ve kendisi gibi taze kadınlarıyla ve de provaya gelen gelinlik kızlarıyla, geleceğe hayaller uçurarak giderdi. Hayat, sonsuz sayıda hayali geleceğe taşıyacak kadar berraktı. Tıpkı, giderken, elleriyle tırmalayarak derisini sıyırdıkları topraktan sızan suyun, dönerken yüzlerine gülmesi gibi. Evvela, yüzükoyun yatılarak sudan içilir, ardından koyun memeleriyle aynı doğayı kesbetmiş eller ve sonra yüzler yıkanır, ama birbirlerini ıslatıp oynamaya da yeterdir su. Sağılan süte, doğan çocuğa, narin toprağa sürülen umutlar gibi, taze bir şeydir su. Gençliktir. 

Annem, üçündeki Kevser’ini, sıcak bir yaz gecesi yitirdiğinde, yüreğini serinletecek suyu bulamaz, gücü yettiğince kazıdığı ve başından aşağı bıraktığı toprakta. Tabutundan kim bilir kaç el eksilmiştir. Kevser’in narin bedeni, kuru toprakta terlemiştir. Toprağı bir adam boyu kazmak gerekmiştir, annemin, Kevser’inin başucuna diktiği ağacı sulamak için. İnsanlar, su içmek için de, koyunları ve ekinleri ve de çiçekleri sulamak için de, artık bir adam boyundan derin “karrafe”ler kazmak zorundadırlar. Su, annemin umutlarıyla birlikte, çekilmektedir yerin dibine doğru. Ömür, dönüm noktasındadır.

Kovalar birbirlerine eklenir ve karrafeye salınır, eşşek, kovaları birleştiren sicimi, iki yanından saran boyunduruğa dolayıp döner durur. Kovalar, ardı ardına suyu alır ve arka boşaltır. Tarla sulanır. Hayvanlar sulanır. Çiçekler sulanır. Annem, kana kana içer. Henüz sönmemiş umutları vardır. Oğulları ve kızları vardır. 

Bir Çarşamba günü, gün tepeden aşağı henüz meyletmişken, kan düşer toprağa. Fail, meçhul.. Ama “biz”den yine de. Bir telaş, bir korku, “şimdi ne olacak”... Aysız gecenin sarmaladığı kollarıyla, düşe kalka, çocukların ağzı sıkıca kapatılarak, köyden çıkılır. Yollar kullanılmadan, tarlalardan, tepelerden ve yaya olarak saatlerce yol yürünür ve annemin babasının köyüne varılır. Onlar henüz varmadan, geride bıraktıkları “talan” edilir, evler yıkılır, direkler itinayla ayıklanıp götürülür. Bir de, ya can ya da kan bedeli talep edilir. Bedel ödenir, barış yapılır ve köye geri dönülür. 

Aradan geçen tedirgin üç yıl, suyu da kaçırmıştır derinliklere doğru. Kerpiç kesmek, duvar örmek ve sıva yapmak için gereken su, artık eşşeğin çektiği karrafeden değil, iki beygirlik “İskoç” motorların dört-beş metrelik kuyulardan boşalttığı arklardan getirilecektir. Ev yapılır, yerleşilir; dedemin, torunları sütsüz, yoğurtsuz kalmasınlar diye verdiği üç koyun çoğalır ve sürü olur. Onları sulamak için, kifayetsiz kalan “İskoç”ların yerine, “Lombardini”lerin daha derinden çektikleri suyun geçtiği arklara doğru uzanmak gerekir. 

Bir süreliğine, Suruç’u Çukurova’ya kardeş yapacak bir şey bulunmuştur. Annem, ilk tanışmalarında, pamuğu bedeniyle birlikte toplamaya çalıştıklarını, ama çok da başaramadıklarını söylerdi. Hiç de yoldukları mercimek, arpa ve buğdaya benzemiyorlarmış. Neyse ki Çukurova görmüşler varmış aralarında, ırgatlığa erken uyanmışlardan. Çok hızlı yayılmış pamuk, bahçe bahçe narlar sökülüyor, tarla sürülüyor ve pamuk ekiliyor. Ama bu sefer de, su daha da derinlere çekiliyor, umutlarını sulamak için direniyor. Ve imdada “çakma” yetişiyor. Yine adam gücüyle, ama bu sefer kürekle değil, karrafeden su çeken eşşeğin hareketine benzer şekilde, göğüslerini haç biçimindeki uzun kollarına dayayıp çakmanın keskin ağzını toprakta çeviriyorlardı. Ve artık en uygun yerde değil, suyun varlığına delil bulunulan yerde kuyu açılıyordu. Bunun ilmi de, erbabı da gecikmeden varlık bulmuştu. Fakat on metre, onbeş-yirmi metreden suyu çekmek de artık Lombardinin işi değildi. 

Bir çocuğun taşıyabileceği İskoç ve bir adamın taşıyabileceği Lombardini’den sonra, onbeş-yirmi metreden suyu çekecek olan Bükreş’i taşımak için artık başka bir teknoloji gerekiyordu. İnsanlar vinçle de tanışmış oldular. Ama artık onu çalıştırmak için de daha çok mazota ve genç erkek kuvvetine ihtiyaç olacaktı. Bu daha çok ekipman, daha çok para ve daha çok insangücü demekti, yani herkes pamuk ekemeyecekti. Ama annemin, bu işler için yetişkin erkek çocukları ve pamuğu toplayacak kızları vardı. Suyun da başka hesapları...

O günlerde söylentiler dolaşıyordu ortalıkta. Bizim suyumuzu, Fırat’a kurulan baraj kesiyormuş. Sular, insan damarları gibi, yer altından akarmış. Bazıları da yer altındaki tabakalarda bulunurmuş. Fırat’tan gelen “çatlaklar”, barajdan ötürü önü kesilince, dolmazlarmış ve bize doğru akmazlarmış. Şimdi geriye, bu yerin alt tabakalarındaki suyu bulmak kalıyordu. Artık dut dalıyla su bulan yerel su arayıcılarının ya da dut dallarının gücü, bu derinliktekine yetmiyordu. Takım elbiseleriyle mühendisler dolaşıyordu tarla takım, ellerinde teknolojik aletlerle... Su bulunuyordu, ama çok az yerde ve çok derinlerde. Rakamlar, ikiyüz, üçyüzlü bir biçim almaya başlamıştı. Buna ne Bükreş’in, ne de ondan sonra peydah olan dev cüsseli ve üç köy öteden sesi duyulan Hollanda’nın gücü yeterdi. Daha narin, daha sessiz ama daha sinsi bir güç bulunmuştu; elektrikli santrafiş... 

Annem mi? İyice derinlere kaçan suyla birlikte, bu ovaya ektiği umutlarının peşinden artık koşamaz olmuştu. Evlenen çocukları, Adana’ya yerleşmişti. Okuyanları da onların yanına. Bir ara, Harran’a su gelmesiyle, oralarda oyalandı. Olmadı. Bir yandan çocuklarının özlemi, torunlarının başka bir dünyaya serpilmeleri, diğer yandan toprağın ve koyunun susuzluktan onun umutlarına sadık kalamayışı, umudu yola, göçe yüklemesine mecbur etti. Umudunu toprağa ekerken, elleriyle kazdığı topraktan sızan suyun ihanetine uğrayacağını hiç düşünmemişti. Dün akşam görüştüğümde, bir tanıdığın cenazesi için köye gittiğini, memlekete suyun geldiğini, köyün tekrar şenlendiğini telefonda uzun uzun anlattı. Ama artık, toprağa ve suya bağlayacağı umudunun kalmadığı belliydi. Çünkü hiç umuttan söz etmedi. Komşunun tavuklarına kümes olan evinin bahçesinde uzun uzun ağlayıp, eski günleri, çocuklarının bu bahçede etrafında olduğu, dört bir tarafın çiçeklerle kaplı olduğu zamanları düşündüğünden söz etti sadece... 

Diğer Yazıları

Astro-Klor

Astro-Klor

  • 26.04.2025 / 20:15

Yorum Yaz