Hakikat, Gazze ve Sessizlik: Bilimin Hegemonik Kodları ve Sansür Rejimleri

Hakikat, Gazze ve Sessizlik: Bilimin Hegemonik Kodları ve Sansür Rejimleri

 

Bilim, en kestirme ifadeyle, epistemolojik düzlemde kurgulanan ve doğrulanan bir bilgi üretim biçimi olmanın ötesinde, sosyal ve politik ilişkilerin veya konumlanmaların içerisinden şekillenmiştir. Bu da onun, bir “hakikat” arayışının ürünü olmasından ziyade, stratejik müdahalelerin eseri olmasına zemin hazırlamıştır. Modern bilimin doğuş koşullarında hakikat arayışı, “müteal hakikât” kavrayışından koparak empirik âleme devredilmiş ve “dünya”ya hasredilmiş, ardından ise “hakikat ve hakikate sadakat”in ne olduğu konusunun uzlaşılamaz konum çoğulluğuna yol açtığı postmodern bir evreye varılmıştır.

Tarihsel olarak, günümüzün hegemonik bilgi formu olan “bilim”in üretildiği Batı’nın dünyanın geri kalanı karşısında yakaladığı politik üstünlük, ona, diğerlerine dair ve onlar adına ve fakat kendi hesabına konuşma pozisyonu üretmiştir. Bugün, hakikatlerin rekabet ettiği bir dünya söz konusudur, ancak rekabet gücüne daha çok sahip olanların bir hegemonya kurmalarının da mümkün olduğu ve bu imkânın hâlâ Batı’da olduğu görülmektedir. Daha çok yatırım ve kaynağa sahip olan toplumların eğitim ve araştırma kurumları, yayın evleri, dergiler ve ulusal/uluslararası ağlar, bilgi üretme kapasitelerini artırırken; içerisinde eyledikleri söylemlerin genel geçerlik kazanması ve onlara göre muhalif/yararsız/tehlikeli görülenlerin ise baskılanması ya da daha az görünür olması sonucunu doğurmaktadır. 

Çeşitli resmi ve sivil kurumların verdiği ödüller ve yaptığı derecelendirmeler de bu hegemonyasını kurmada/sürdürmede Batı’nın işine yarayan en önemli enstrümanlar arasındadır. Bunlar belli biçim ve içerikteki bilgileri onaylayıp, ödüllendirerek ve diğerlerini değersizleştirerek, aynı zamanda neyin muteber bilgi olduğunu da koşullayarak bu hegemonik süreçte aktif rol alırlar. Buna en iyi örneği, Nobel ve benzeri ödüller ile akademik yayın derecelendirme indeksleri oluşturur. Nobel ve benzeri ödüller, özellikle hangi bilgi türünün hangi form ve içerikle üretildiğinde muteber kabul edilebileceğini, verdiği ödüller aracılığıyla ima eder ve bu da müstakbel adayları koşullar. Akademik yayın derecelendirme indeksleri ise, çok daha karmaşık bir işleyişi ele verir; öncelikle, yayının dili bu hiyerarşiye dahil olmanın ön şartıdır. Anadili hegemon dil İngilizce olmayanlar veya o dilde eğitim görmemiş olanlar, doğal bir dışlamaya maruz kalırlar. İlave olarak alınan akademik formasyon, kaynaklara erişim, redaksiyon ve yayınlama maliyetleri, araştırma ödenekleri ve harcanan zaman gibi çoğunlukla dışsal ve bununla birlikte içerik organizasyonu (hangi konuların araştırılabileceği ve nasıl ifade edileceği) gibi içsel faktörler, bir akademik metnin “sınıfsal” niteliğini belirler. Bu ise, işleyişi kontrol edenlerin konumlarını hegemonik bir hale getirir. 

Bahsi edilen yapısal görüngülere, neyin değerli, etik veya estetik olduğunu; neyin de sansürlenmesi gerektiğini ifşa eden kurumsal tavır alışları da eklemek mümkün. Bunu, içerisinden geçmekte olduğumuz bugünlerde, Gazze’ye yönelik saldırıların Batı’daki bazı üniversite, kültürel platform ve aktörler tarafından alımlanma biçimleri üzerinden görebiliriz. Medyaya yansıyan birkaç örneği burada özetleyecek olursak; Harvard Üniversitesi’nin, Gazze’deki katliamı kınayan öğrencilerini ifşa ederek, onları linçe maruz bırakması; Alman Rektörlerini temsilen Alman Üniversiteler Birliği Başkanı Walter Rosenthal’ın, Yahudi öğrencilerinin şu anda Alman üniversitelerinde kendilerini güvende hissetmediği, İsrail halkının çektiği acıların görmezden gelinmemesi gerektiği ve bunu ima eden gösterilere müsamaha gösterilemeyeceği şeklindeki beyanı; Frankfurt Kitap Fuarı’nda Filistinli yazar Adania Shibli'ye ödül verilmesi planlanan törenin, İsrail-Filistin arasında devam eden çatışmalar gerekçesiyle iptal edilmesi ve Fuar yönetiminin, Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısını kınayarak, İsrail’e tam desteğini açıklamasından söz edilebilir. Fakat yine aynı fuarın açılışında, Sloven düşünür Slavoj Žižek’in söyledikleri, neyin gizlenip neyin açığa vurulabileceğine dair önemli bir gösterge olarak görülmelidir. Žižek’in, önce Hamas’ı “şartsız ve amasız” bir terör örgütü olarak kınamak ve "İsrail'in kendisini savunma hakkı" olduğunu belirtip Batı’da oluş(turul)an koroya katılarak sadakatini beyan ettikten sonra, "kimsenin Filistin’den bahsetmemesinin de bir “analiz yasağı” olduğunu söyleyebilmesi bile sansürün gücünü gösteriyor. Çünkü her ne kadar batıda oluşan koronun sesine omuz vermiş olsa da, arada bir ahenksizlik yaptığı için bu onun dışlanmasına yetmiştir.

 

Kuşkusuz burada da görüldüğü gibi, nadir de olsa, farklı konum alışları görmek mümkündür ve bu örneklerin varlığı, hegemonyanın da nasıl kırılabileceğine dair stratejilerin imkânına işaret eder. Ancak öncelikle, akademinin, Bruno Latour’un söylediği gibi, herkesin kendisi olarak dahil olabileceği bir “ağ” olmadığının fark edilmesi ve bu ağa dahil olmuş olanların piyasasını oluşturan yüzellibine yakın akademik dergideki gevezeliğe karşın, “belli” konularda neden sessizliğin hâkim olduğunun anlaşılması ve belki de Michel Foucault’un, söylenemeyeni söylenebilir kılmanın arkeolojisini, bu sessizliğe tatbik etmek gerekir. Ve yine, Edward Said’in, Batı’da ve özellikle Amerika'da, o coğrafyaya akademik ilgilerle el atmış hiç kimsenin kültür ve siyaset bakımından Araplarla/Müslümanlarla içtenlikle özdeşleşmemiş olduğunu, olanların da hiçbir zaman Amerika-siyonizm özdeşleşmesi gibi "makbul" olmadığını söyleyerek işaret ettiği hegemonyanın, hangi mekanizmalarla üretildiğini açığa çıkarmak ve yapıbozuma uğratmak gerekir. 

Mesela, İsrail’in bir asra yakın zamandır Filistin topraklarına yönelik işgal politikalarına meşruiyet kazandıran bir söylem alanı, hangi akademik mecralarda üretiliyor veya hayat buluyor? Gazze’de bombalanan çocukların parçalanan bedenlerini gösteren resimlere verilen tepki, neden resimlerin temsil ettiği vahşetin kendisine değil de, çoğunlukla resimlerin pornografik oluşuna gösterilerek mesele estetik bir düzleme çekiliyor? Oysa ki hakikat acıtır; ortaya konulan çocuk bedenlerinin oluşturduğu estetik rahatsızlık neden varoluşsal bir rahatsızlığa dönüşememektedir, bunun önündeki sosyo-politik ve epistemik engeller nelerdir? Özgürlük ve insan hakları gibi kavramlar aracılığıyla geliştirilen rehin alma biçimlerinin Akademik boyutları nelerdir? Hegemonik koronun bastırıcı sesine ve tonuna uygun olmayan bir söylemin akademide oluşma imkânı nedir? Bunun farklılıklara maliyetleri nelerdir?

Bugün Müslüman/batı-dışı akademisyenin, bir amacı da öncelikle kökleri kolonyalizme dayanan ve Batı modernleşmesi/sanayileşmesi ile zirveye çıkan ve bugünlerde şahitlik ettiğimiz Gazze vahşetinde daha da görünür hale gelen, hegemonik bilim pratiğini ve onun akademi aracılığıyla yeniden üretilip tahkim edilişini bütün yönleriyle analiz ve ifşa etmek olmalıdır.

Diğer Yazıları

Astro-Klor

Astro-Klor

  • 26.04.2025 / 20:15

Yorum Yaz