Film İçinde Film-2
Siirt 7. Uluslararası film festivali kapsamında gösterilen Filmler ve konuşmalar Gazze temalıydı. Dört gün boyunca yurt içinden ve yurt dışından gelen konuklar konuşmalarını yaptılar. Yapılan konuşmaları dinledik. Kısa filmleri seyrettik. TRT’nin yaptığı kısa film ise hepimizi hüzünlendirdi. Yüz yıldır Filistin’de nasıl bir zulmün, etnik temizliğin, korkunç bir soykırımın yaşandığını çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyordu. Festivalin 3. Gününde Rektör Prof. Dr. Nihat Şındak’ın makamında Prof. Yasin Aktay, Rektör yardımcıları Prof. Tekin Şahin, Prof. Cemallettin Erdemci ve diğer misafirlerle birlikte otururken aldığımız bir haber hüznümüzü derinleştirmişti. Hamas lideri büyük komutan, mücahid Yahya İbrahim Sinvar şehit edilmişti. Mute savaşında şehid edilen Abdullah b. Revaha gözümün önünde canlandı. Devasa Bizans ordusu karşısında çok az bir askeri güce sahip İslam ordusu, akıllara durgunluk veren bir direniş sergiliyordu. Komutanlık sancağını alan Cafer Tayyar gibi sahabeler birer birer şehid düşüyordu. En son sancağı Abdullah b. Revaha alıyordu. Kendisi bir şair olan İbn Revaha şiir gibi yürüyordu. Düşmanın üzerine giderken elinde birkaç hurma vardı. Günlerdi bir şey yememişti. Hurmalardan birini ağzına attı. Tam o sırada peygamberin “kim aç olarak şehid düşerse melekler onu cennet nimetleriyle karşılarlar” hadisi aklına geldi. “Bak sen! Demek benimle cennet nimetleri arasındaki engel bu hurmaymış” dedi ve hurmayı ağzından çıkarıp avucundakilerle birlikte atarak ölümün üzerine üzerine yürüdü. Düşman, Yahya Sinvar’ın son üç gün hiçbir şey yemediğini tespit etmişti otopside. Benim hüznüm tarifsizdi. Kısa süre önce Yahya İbrahim Sinvar’ın, çocukluğundan itibaren işgal altındaki Filistin’de yaşadıkları zorlukları, işgale karşı verdikleri bir şiir kadar görkemli akan mücadeleyi anlattığı “Diken ve Karanfil” adlı kitabını tercüme etmiştim. Filistin’de yitip giden her cana yanıyordum. Ama bu sefer bir yakınımı, bana bir kitap dolusu sırlarını anlatan bir dostumu yitirmiş gibiydim. Yahya Sinvar’ın kucağıma bir kor bıraktığını hissettim.
Programın bitiminde Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma hoca, sizi bir köye götüreyim dedi. Siirtli Sabit Epsoylu’nun köyüne gidecektik. Hoca daha önce de gitmiş ve köyün lezzetli pekmezini tatmıştı. Programın diğer bir davetlisi Star gazetesi yazarı Selahaddin Eş de bizimle geldi. Sabit’in sürdüğü arabayla Sabit’in köyüne gidiyorduk. Siirt’ten kırk elli km kadar uzakta, dağlar arasında bir köydü. Sabit, Hesenî aşiretindenmiş. Heyderîlerin de akrabasıyız dedi. Akraba çıktık. Siirt’te Hesenî-Heyderî birini görmek şaşırtmıştı. Şakiro’nun “eva ne şerê Hesenan e ne şerê Heyderan e…” sözleri kulağımda çınlıyor gibiydi. Bir köyden geçtik. Sabit, bu köy Mamedîlerin köyüdür. Heyderanın bir boyu Şêxhesenîlerin kollarından olan Mamedîlerin çoğu Ebeğe-Çaldıran ovasında yaşarlar. Hayretim biraz daha artmıştı. Sabit’in amcasının evinde muhteşem pekmezi kaşıklarken sordum. Hesenîlerin, Heyderîlerin (Mamedîlerin) ne işi var burada? Rus işgali sırasında gelip buraya yerleştik, dedi. Büyüklerimden, Rus işgali sırasında aşiretimizden birçok ailenin Konya, Urfa gibi yerlere göç ettiklerini, işgal sona erdikten sonra da geri geldiklerini duymuştum. Bunlar Konya ve Urfa’dan dönerken buralarda kalanlar demek ki diye geçirdim içimden. Amca, hangi köyden geldiğinizi biliyor musun? dedim. Malazgirt’in Dignûg köyü dedi. Şakiro’nun “Erdê Dignûgê serê Şexbadînê” sözlerini hatırladım. Akıp giden bir kilamın içindeymişim gibi geldi bana.
Hahî Hahîîî…
Biz “Sincirî” türü adını verdikleri üzümün eşliğinde Kürtçe sohbeti koyulaştırmıştık. Selahaddin Eş abi sessizce dinliyordu. Bildiği Farsçadan hareketle bir şeyler yakalamaya çalışıyor gibiydi. Arada bir Karadeniz’den anekdotlarla Türkçe çeşni katıyordu sohbete. Gecenin bir vakti, o dağlık bölgeyi aşarak döndük Siirt’e. Fadıl ve Cemalettin hocalar ziyafete bekliyorlardı Mısırlı akademisyen Eymen hocanın evinde. Kürtlerin ve Türklerin cömertlik iddialarının çöktüğü tarihi bir geceye tanıklık edecektik.
Dördüncü gün öğlen saatlerinde gruptan ayrılarak Batman’a döndüm. Bir derneğin davetlisiydim. Şehit Yahya Sinvar’ın kitabı hakkında konuşacaktım. Sohbet akşam saatlerinde olacağı için Hasankeyf’e gidelim mi teklifine hayır diyemedim. Öğlen yediğimiz ve Diyarbekir’in, Urfa’nın ciğerine göre daha iri taneli Batman ciğerini başka türlü hazmedemezdim zaten. Batman’ı geride bırakmıştık. Yolu bir dağ silsilesi kesiyordu. Silsilenin tam ortasındaki bir geçitten geçtik. Arabayı süren arkadaş “bu dağın adı “Raman”dır. Raman aşiretinin meskeni. Ramanlı bazı eşkıyalar bu geçitten geçen kervanları soyarlardı geçmiş zamanlarda” dedi. Günümüzde Batman’da, Bingöl’de ve başka yerlerde yaşayan Raman aşiretine adını veren bu dağı dengbêjler sayesinde biliyordum. “Çiyayê Remanan bi mij û duman e” (Raman dağı sislidir, dumanlıdır). Bu geçidin arkasında, eskisi sulara gömülen modern görünümlü bir sahil kasabasına adım atacaktık. Yeni Hasankeyf.
DEVAM EDECEK