Komisyonculuğun Ahlaki Anatomisi: Emek, Değer ve Fırsatçılığın Meşrulaştırılması

Modern piyasa, fiyatı arz-talep ilişkisiyle meşrulaştırırken, üreticinin emeğinin değerini görmezden gelir. Modern kapitalist toplumlarda “meslek” kavramı, giderek üretimle değil, dolaşım ve aracılıkla özdeşleşmektedir. Gerçek anlamda değer üreten, bilgi, beceri ve emek gerektiren uğraşların yanı başında; yalnızca fırsatçılıkla, konjonktür kurnazlığıyla, başkasının emeğini “paketleyip” yeniden satarak var olan sözde meslekler türemektedir. Bunlar, ahlaki açıdan “parazitik meslekler” olarak adlandırılabilir. Komisyonculuk ve emlakçılık, bu bağlamda yalnızca iki örnektir. Sorun, bu mesleklerin varlığı değil, toplumsal düzende giderek daha meşru, hatta “saygın” kabul edilmeleridir.
Komisyoncu figürü, üretimden çok pazarlamaya, emeğin özünden çok “görünürlüğe” yatırım yapar. Kendi sermayesi yoktur, üretim sürecine katkısı minimaldir, ancak “bilgi tekeli” ve “erişim kısıtı” üzerinden rant elde eder. Burada etik, yalnızca kazancın maksimizasyonuna indirgenir. Benzer biçimde, mekân ve mülk de emlak endüstrisi içinde salt bir yatırım aracına dönüşür. Emlakçı, tıpkı popüler müzik prodüktörü gibi, üretilmiş olanı yalnızca paketler, yeniden etiketler ve dolaşıma sokar. Bu durumda komisyon, yaratıcı emeğin karşılığı değil; mülkiyetin dolaşımında “kapı bekçisi” olmanın rantıdır. Böylece toplumsal kaynaklar, gerçek üreticilerden aracı figürlere akar.
Klasik iktisatta bir malın değeri, toplumsal olarak gerekli emek zamanı ile ölçülür. Komisyoncunun faaliyetinde, bu emek zamanı yok denecek kadar azdır; üstelik bu kişi, üretim sürecine hiçbir artı değer katmaz. Bu durum, kapitalist sistemin en çıplak biçimiyle gösterdiği adaletsizliklerden biridir: Gerçek üretici, emeğinin tam karşılığını alamazken; üretim dışı aracılar, piyasa mekanizmasının boşluklarından servet elde eder. Emek ve uzmanlık gerektirmeyen fırsatçılık meslekleri, toplumsal ahlakı yalnızca bireysel açgözlülük düzeyinde zedelemez; aynı zamanda, emeğe dayalı mesleklerin prestijini de aşındırır. Bu aşınma, uzun vadede üretim ekonomisinden rant ekonomisine, liyakatten kurnazlığa geçişi hızlandırır.
Toplumsal ölçekte, “ne iş yaptığı belli olmayan zenginler”in artması, genç kuşaklarda emeğin kutsiyetine olan inancı erozyona uğratmaktadır. Böyle bir toplum, kısa vadeli kârlar için uzun vadeli erdemleri feda eden bir ahlak düzenine sürüklenir. Türkiye’de tarımsal üretim zincirinde yıllardır süren “değerin üretenden koparılması” olgusu büyüyerek devam eden bir sorundur. Komisyoncu veya fırsatçı aracılar, malları çiftçiden yok pahasına alıyor, arzı yapay biçimde kısıyor ve fiyatları tüketiciye ulaşana kadar şişiriyor. Bu durumda üretici emeğinin karşılığını alamıyor, tüketici ise olması gerekenden çok daha yüksek bedel ödüyor. Burada dağıtım adaleti tamamen ihlal ediliyor. Emek-değer teorisi bağlamında bakıldığında, malın değerini yaratan çiftçinin emeği, aracının kurnazlığına boyun eğmek zorunda bırakılıyor. Üretim sürecine hiçbir katkısı olmayan kişi, aslan payını alıyor. Aracılık sisteminin yozlaşması, üretici ile tüketici arasındaki güveni yıkıyor. Yerel ekonomilerde güvenin yok olması, uzun vadede tarımsal sürdürülebilirliği de çökertiyor.
Komisyoncu sistemi, üretici ile tüketici arasında yalnızca lojistik bir kanal gibi görünse de gerçekte aracılar, tarımsal ürünün değerini belirleyen görünmez hâkimler hâline gelmektedir. Bu güç, yalnızca fiyat üzerinden değil, çiftçinin üretim kararları, ürün çeşidi, hatta tarım takvimi üzerinde de belirleyicidir. Türkiye’de tarım ürünleri tedarik zinciri genellikle şu halkalardan oluşur:
Üretici → Yerel Komisyoncu → Hal Tüccarı → Perakendeci → Tüketici. Her halkada fiyat katlanarak artarken, katma değerin aslan payı aracıların eline geçer. Üreticinin payı, nihai satış fiyatının %10’una bile ulaşmaz. Bu tablo, yalnızca tarımsal bir verimsizlik veya lojistik sorun değil; aynı zamanda bir ahlaki ekonomi krizidir. Adil fiyat mekanizması kurulmadan, üretici ve tüketici arasındaki bağ aracılar eliyle sürekli manipüle edilecektir.
Diğer yandan bir başka örnek verecek olursak; Türkiye’de son otuz yılda konut, salt bir barınma mekânı olmaktan çıkıp sermaye birikiminin başlıca alanlarından biri hâline gelmiştir. Böylece “yuva” olmaktan çıkan konut, fiyatı sürekli yükseltilen, el değiştirdikçe kazandıran bir borsa senedi gibi işlem görür; emlakçı ise bu değer artışının hem aracısı hem de hızlandırıcısı hâline gelir. Bu dönüşüm, yalnızca inşaat sektörünün büyümesi ya da kentsel dönüşüm politikalarının hız kazanmasıyla açıklanamaz; aynı zamanda konutun bir yatırım aracına dönüşmesinin yarattığı yeni aktörlerin, özellikle emlakçıların, artan etkisiyle de ilgilidir. Bugün konut piyasası, yalnızca arz-talep dengesine değil; aynı zamanda aracılık faaliyetlerinin belirlediği fiyat oluşum süreçlerine, bilgi asimetrilerine ve spekülatif beklentilere tabidir. Kısacası aracıların insafına, kâr güdülerine, aç gözlülüklerine kalmıştır.
Serbest piyasa teorisi, fiyatların arz-talep dengesine göre belirlendiğini varsayar. Oysa Türkiye’de emlakçılık sektörü, fiyat oluşumunu kendi çıkarına göre manipüle edebilen güçlü bir aktör hâline gelmiştir. Emlakçılar, satışa çıkarılan konutların fiyatlarını bölgesel olarak eşgüdüm içinde yükselterek piyasada yapay bir fiyat standardı oluşturur. Alıcı ve satıcı arasındaki bilgi eşitsizliği, emlakçının yüksek komisyon oranları talep etmesine zemin hazırlar. İnşaat firmalarıyla kurulan kapalı ilişkiler, “ön satış” dönemlerinde konutları yatırımcı gruplara yönlendirerek fiyatların gerçek ihtiyaç sahipleri aleyhine artmasına neden olur. Çünkü kaynak dağılımı toplumsal refahı artıracak şekilde değil, belirli bir meslek grubunun rantını maksimize edecek şekilde işler.
Türkiye’de emlakçılık sektörü, resmi kayıtlarla gayriresmî gerçeklik arasındaki uçurumun en net görüldüğü alanlardan biridir. Kayıtlı yaklaşık 55 bin emlakçıya karşılık, kayıt dışı çalışan sayısı 300 bini bulmaktadır. Bu rakam, sektörün düzenleyici denetimden ne kadar uzak olduğunu ve piyasa üzerinde ne kadar rahat hareket edebildiğini gösterir. Bu kitlenin büyük çoğunluğu, uzmanlığa, tecrübeye ya da hizmet kalitesine dayalı bir mesleki etik yerine, “fırsatçılık” mantığıyla hareket eder. Burada amaç, konutun ihtiyaca göre değil, fiyatın sürekli şişirilmesine göre dolaşımını sağlamaktır.
Hâlbuki barınma, sadece fiziksel bir ihtiyaç değil, aynı zamanda sosyal bir haktır. Emlak piyasasındaki spekülasyon, bu hakkı doğrudan ihlal eder. İnsanlar konut sahibi olabilmek için çocuklarının eğitim, kültür, sağlık ve oyun ihtiyaçlarını kısar. Babalar hatta anneler çocuklarıyla geçireceği vakitleri bir konuta sahip olabilmek için daha da fazla çalışarak geçirirler. Sanata, bilime, kültüre gidecek kaynak, lüks tüketim ve gösterişe dayalı bir yaşam tarzına akıtılır. Konut edinme stresi, aile içi huzursuzluk, kuşaklar arası ekonomik umutsuzluk yaratır. Bu süreç, yalnızca konut piyasasını değil, toplumun kültürel ve ahlaki yapısını da dönüştürür. Birey, barınma hakkı için tüm diğer insani ve entelektüel ihtiyaçlarından vazgeçmeye zorlanır. Emlakçılık sektörünün kontrolsüz spekülasyonu, sermayeyi üretken alanlardan (bilim, sanat, teknoloji) çekip, kısa vadeli, düşük entelektüel düzeyli tüketim kalıplarına yönlendirir. Türkiye’de kayıt dışı ve kontrolsüz emlakçılık, yalnızca ekonomik bir sorun değil, aynı zamanda ahlaki bir krizdir. Konut hakkı, insani bir değer olmaktan çıkıp, spekülatif bir oyun tahtasına dönüşmüştür. Barınma, piyasanın acımasız mantığına terk edilemeyecek kadar temel bir insan hakkıdır. Aksi hâlde, bir toplum, çocuklarının oyuncaklarından vazgeçip, spekülatörlerin lüks otomobillerine sermaye sağlamaya devam eder. Emlakçılık sisteminin fırsatçılığı, çocukların rızkını ve toplumsal geleceği feda ederek bireyleri ve toplumları köşeye sıkıştırmaktadır. Evin bir yatırım aracı olarak spekülasyona tabi kılınması, tüm ekonomiyi kısa vadeli kâr odaklı bir “kumar ekonomisine” dönüştürmektedir.
Bu türden bir komisyonculuğun bir “meslek” olarak meşrulaştırılması, aslında ahlaki ikiyüzlülüğün kurumsallaşması anlamına geliyor. Emlakçılık, galericilik, komisyonculuk gibi alanlarda değer, çoğu zaman emekle değil, fırsatın manipülasyonuyla yaratılıyor. Eğer sistem, “üretilen değeri yaratanın değil, elinde tutanın zenginleştiği” bir düzene dönüşürse, bu yalnızca tarımda, konutta değil, ekonominin tümünde bir rant ekonomisi çöküşünü beraberinde getirir. İnsanlık, bilgi, beceri, emek ve uzmanlığın değil, kısa yoldan zengin olmanın hayalini kurmaya başlar, bunun da komisyonculuk gibi işlerde olduğunu düşünmeye başlarlar. Bu durum kısa süreli, bireysel çıkarlara hizmet etse de uzun vadede toplumsal çöküşe, ekonomik iflasa ve siyasal bunalıma yol açar. Zaten yaşanan durum da tam olarak budur.
Komisyoncuların yaptıkları belki yasalara uygun olduğu için yasal görülebilir ama kazançları asla helal değildir. Çünkü yasal olan her zaman helal anlamına gelmez. Bebeklerin, çocukların, annelerin, babaların ahını, vebalini alanların, emeğini, hayalini, rızkını, zamanını çalanların helal dairesinde hareket ettikleri söylenebilir mi?