Siyonist Akıl Üzerine Bir Okuma: 7 Ekim Sonrası ve Büyük İsrail Projesi

7 Ekim 2023 sonrası Orta Doğu'daki siyasi tabloyu dikkatle okuyan biri, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü savaşın sadece sürpriz bir askerî operasyonun tepkisi olmadığını, yahut İsrail’in iddia ettiği gibi "kaçırılanların (rehinelerin) kurtarılması" meselesine indirgenemeyeceğini açıkça görür. Bugün tanık olduğumuz şey, Siyonist aklın stratejik çıplaklığının ortaya çıktığı bir andır. Bu akıl, yalnızca güncel çıkarlarla değil; tarihsel, ideolojik ve teolojik kökleriyle şekillenmiş derin bir sömürgeci zihniyetle hareket eder.
Gazze'de yaşananlar, bir direnişi bastırma girişiminden çok daha öte bir anlam taşır. Bu, çok daha büyük ve eski bir projenin parçasıdır: Sömürgeci, Tevrat merkezli, ırkçı bir üstünlük anlayışıyla yoğrulmuş bir proje. Siyonist akıl, bölgedeki halkları birer ortak olarak değil; ya kullanışlı araçlar ya da ortadan kaldırılması gereken tehditler olarak görür. “Nil’den Fırat’a” ifadesi, aşırı uçların sloganı değil, İsrail’in kurulduğu günden bu yana beslendiği temel bir vizyondur.
İsrail’in son savaşları, özellikle Gazze’deki sivil nüfusa yönelik uygulamaları, tesadüfi ya da geçici hamleler değil, sistematik bir etnik temizlik ve coğrafi mühendislik politikasıdır. Amaç, sadece Hamas’ı veya direnişi yok etmek değil; Filistinlilerin topyekûn varlığını ortadan kaldırmak, Gazze’yi insansızlaştırmak ve böylece bölgeyi İsrail’in hegemonik çıkarlarına uygun şekilde yeniden dizayn etmektir.
Bu bağlamda İran’a yönelik saldırıların da anlaşılması gerekir. Siyonist stratejinin merkezinde, İran’ın nükleer kapasitesi kadar, bölgedeki bağımsız güç olma potansiyeli de bir tehdit olarak kodlanmıştır. İsrail aklı, İran’ı yalnızca bir düşman değil, aynı zamanda gelecekteki egemenliğini tehdit edebilecek tek bölgesel aktör olarak görmektedir. Dolayısıyla yapılan her saldırı, direnişi kırmanın ötesinde, bölgeyi İsrail’den başka güçlü bir devletten arındırma stratejisinin parçasıdır.
Mısır özelinde ise hedef çok daha derin ve uzun vadeli: Mısır'ı bölgesel etkisinden yoksun bırakmak, doğu sınırlarını anlamsız hale getirmek ve Gazze’yi Sina’ya taşıyarak Mısır’ı “tampon” devlete çevirmek. Bu sadece Filistin’i değil, Arap dünyasının en kalabalık ve en etkili ülkesini de etkisiz hale getirme projesidir. Bu, İsrail’in tarihsel olarak hep hedefinde olmuştur: güçlü bir Mısır’dan arındırılmış bir Orta Doğu.
Suriye’de ise senaryo daha açıktır. Golan Tepeleri’nin işgaliyle başlayan süreç, bugün İsrail’in hava saldırılarıyla ve içerideki kaotik durumdan faydalanarak Suriye’yi adeta “yok hükmünde” bir devlet hâline getirmesiyle devam etmektedir. Bu, sadece güvenlikçi bir refleks değil; kuzey sınırında zayıf, bölünmüş ve teslim olmuş bir yapı oluşturma stratejisidir.
Lübnan’da ise Hizbullah’a karşı yürütülen propaganda ve saldırı politikaları, İsrail’in artık sadece savunma değil, tam kontrol arzusunun bir göstergesidir. İsrail artık herhangi bir tehdit ihtimaline dahi tahammül etmemektedir. Bu durum, sadece Hizbullah’a değil, tüm bölgeye yöneliktir: Silahsız, itaatkâr ve etkisiz bir kuşak oluşturma çabası.
Bu stratejik okumaları doğrulayan en net ifadelerden biri ise Başbakan Netanyahu’nun kısa süre önce dile getirdiği, “İsrail, Orta Doğu’yu yeniden şekillendiriyor” sözüdür. Bu sadece bir siyasi açıklama değil; yeni bir sömürge haritasının ilanıdır. İsrail, artık sadece sınırlarını değil, bölgenin geleceğini de tayin etme iddiasındadır. Bu da, Filistin'in ötesine uzanan bir plandır: Ürdün’den Mısır’a, Suriye’den Lübnan’a, İran’dan Türkiye’ye kadar herkes bu denklemde yeniden konumlandırılmak isteniyor.
Türkiye’ye yönelik dolaylı tehditler de bu çerçevede okunmalıdır. Ankara, Siyonist akıl için, bölgedeki olası Sünni uyanışın merkezi olabilecek bir güçtür. İsrail, bu potansiyelin farkında ve bu nedenle her fırsatta Türkiye’yi uyarıyor, yalnızlaştırıyor ve denklemin dışına itmeye çalışıyor. Çünkü bu akıl, geleceği yalnızca İsrail’in kontrol ettiği bir Orta Doğu’da güvenli görüyor.
Bütün bunlar, İsrail’in yalnızca güvenlik refleksiyle hareket etmediğini, teolojik, ideolojik ve stratejik temellere dayanan büyük bir planı adım adım uyguladığını ortaya koymaktadır. “Tanrı’nın seçilmiş halkı” inancı, diğerlerinin yaşamını değersizleştiriyor; bu nedenle tehcir, kuşatma, yıkım ve soykırım, bu akıl için birer “gerekli çözüm” olarak meşrulaştırılıyor.
Sonuç olarak; İsrail’in Gazze’de, Suriye’de, Lübnan’da, İran’da ve Mısır’da uyguladığı politikalar, bağımsız bir Arap iradesine karşı yürütülen bir hegemonya savaşının parçalarıdır. Bu, sadece bir savaşı değil; bir uygarlık vizyonunu ve bölgesel varoluş mücadelesini içeren uzun soluklu bir hesaplaşmadır. 7 Ekim, bu savaşın ateşlendiği tarih değil; siyonist aklın gerçek yüzünün açığa çıktığı andır.