İkinci Soğuk Savaş’ın Sonu mu?

Kurulduğu günden beri varlığını ABD ve İsrail düşmanlığına dayandırmış olan İran’ın şimdiye kadarki tarihinde ilk defa İsrail ile gerçek bir savaşın içine girmiş olduğuna şahit oluyoruz. Tabii ki sözkonusu tarihten bu yana gelen düşmanlık tek taraflı değildi. ABD’nin Ortadoğu içindeki bütün güvenlik söylemleri İran’ı bir tehdit olarak görmek üzerine kuruluydu.
İsrail’in İran’ı tehdit ve düşman olarak gören söylemleri ise çok daha güçlüydü. Bununla birlikte bu düşmanlık söylemlerine rağmen şimdiye kadar aralarında ciddi hiçbir karşılaşmanın olmaması, hatta karşılıklı siyasetlerinin birbirine yarayacak şekilde uygulanmış olması bu düşmanlıkla ilgili soru işaretleri oluşturuyordu. Mesela ABD’nın Irak’ı iki trilyon dolara ve binlerce askerinin hayatına mal olan işgali sonrası ortaya çıkan tabloda Irak adeta altın tepside İran’a hazırlanarak hediye edilmiş oldu. İran ve ABD Irak’ta uzun yıllar beraber birbirlerinin çıkarlarına hiç zarar vermeden var olmaya devam ettiler.
Aynı durum Suriye’de de tekrarlandı. İran’ın fiilen bütün güçleriyle bulunduğu Suriye’ye ABD rejimi düşürmek üzere geldikten sonra tam 12 yıl boyunca birbirleriyle hiç çatışmadan tam bir uyum içinde işgal ortağı olarak yaşamaya devam ettiler.
Söylemsel açıdan aşırı radikalliğe rağmen fiilen karşılıklı saygı ve tanımaya dayalı ilişki bir açıdan soğuk savaş yıllarındaki dünya düzeninin kötü bir tekrarı gibiydi aslında. Doğrusu soğuk savaş şartları düşmanlığı karşılıklı olarak iki tarafın da faydalandıkları işlevsel bir siyasete dönüştürür. İran’ın düşmanlığı İsrail açısından sınırsız ABD ve Avrupa yardımlarını, desteklerini celbetmenin işlevsel bir bahanesini oluşturuyordu.
Soğuk Savaş’ın dayandığı dengeler yerinden oynadı
İran’ın Körfez ülkeleri için oluşturduğu tehdit de Körfez ülkeleri üzerinde ABD kontrolünü, silah satışını İsrail’le normalleşme zeminine de çekerek sürdürmesini sağlıyordu. ABD’nin bir faydalı düşman olarak İran’ı soğuk savaş düzeyinde tutarak hiçbir zaman onunla bir savaşa girişemeyecek olması İran için de birçok açıdan, her şeyden önce kendi rejimini içerde konsolide etmek ve sürdürmek açısından ve Ortadoğu’daki yayılmacı politikalarına göz yumulması açısından işlevsel bir durum oluşturuyordu.
ABD açısından Ortadoğu politikası bir tarafında bu soğuk savaşın olduğu dört ayaklı bir dengeye oturuyordu ve kaotik görünümlü bu dengenin bir şekilde sürdürülmesi ABD’ye bölgedeki statükoyu devam ettirmesini ve her durumda kendisinin kazançlı çıkmasını sağlıyor. İsrail, Körfez ülkeleri, İran ve Türkiye arasında kendine göre gözettiği bu dengenin devamı hepsinin de belli bir güçte ve etkinlikte kalmasını gerektiriyor. Tabi birilerinin, hele ABD’nin dengesinin bir parçası olarak görünmek milli duygularımıza ters düşebilir, ama bu ABD’nin dış politikası sözkonusu olduğunda bahsettiğimiz bir dengedir. Elbette Türkiye’nin de İran’ın da İsrail’in de bu dengeyi kendi açılarından bir anlama, karşılama ve kurgulama biçimleri vardır. Ona girmiyoruz şimdi.
Ancak şimdi geldiğimiz noktada bu dengenin ciddi bir biçimde sarsılmaya yüz tuttuğu bir durumda olduğumuzu söyleyebiliriz. İran ve İsrail arasında ilk defa gerçek bir savaşa şahit oluyoruz. Şimdiye kadar olmaz olamaz diyerek kimsenin inanamadığı savaş ihtimali gerçekleşmiş durumda. Trump ABD’nin bu işin içinde olmadığını söylese de diğer beyanları ve fiili destekleri bu savaşın bir tarafı olduğunu gösteriyor. İran’ı bu savaşın başında nükleer programla ilgili anlaşmaya geri dönmeye çağırması bile İsrail’in ABD adına hareket ettiğini itiraf ediyor.
Ancak başlamış olan savaş, şimdiye kadar bir gerçek savaştan alıkoyan çekincelerin de yavaş yavaş devreye girmesini beraberinde getiriyor. Tahminler, beklentiler ve korkuların gerçeğe dönüştüğü durumlar ortaya çıkıyor. Şimdiye kadar İsrail saldırganlığına en pervasız ve en küstah biçimde çok yerde şahit olduk. Ama şimdiye kadar bu saldırganlığa gerekçe olarak bilinen İran’ın nelere kadir olabileceğine dair ilk defa bazı işaretler ortaya çıkmaya başladı. İran’ın şimdiye kadar maruz kaldığı bütün saldırılara rağmen bir türlü göstermediği caydırıcı gücü bir sürpriz gibi ortaya çıkmaya başladı.
İran’a savaşmaktan başka seçenek bırakılmadı
Sürpriz gibi çünkü son birkaç yıldır İran’ın maruz kaldığı birçok ABD ve İsrail saldırısına karşılık söylemden öteye gitmeyen intikam girişimleri İran’ın imkanları konusunda ciddi bir hayal kırıklığı da yaratıyordu. Oysa Tel Aviv’e, Hayfa ve İsrail’in birçok bölgesine birkaç gündür isabet eden İran füzelerinin yol açtığı yıkım İran’ın hiç de boş olmadığını gösteriyor. İşin ilginç tarafı İran’ın şu andan itibaren İsrail’e karşı gücünü gerçekten göstermekten başka bir seçeneği de kalmamış durumda. Maruz kaldığı bu saldırganlığa karşı kendi caydırıcı gücünü son safhaya kadar göstermediği taktirde boyun eğmekten başka yolu kalmayacak ve bu da içeride rejimin düşmesi anlamına geliyor. Yani İsrail saldırganlığının başlattığı bu savaş ABD’nin Ortadoğu ile ilgili bütün dengelerini altüst etmekle kalmamış oluyor, aynı zamanda İran’ı da elindeki bütün imkanlarla savaşmaya mecbur bırakıyor ki, böyle bir savaşa herşeyden önce İsrail’in ne kadar dayanabileceği sorusu daha anlamlı hale geliyor.
Hiç kuşkusuz savaş bu aşamada sadece bölgedeki bütün dengeleri değil başta ABD olmak üzere bütün dünyadaki dengeleri etkileyecek sonuçlara gebedir.
Netanyahu’nun biraz daha iktidarda kalmak için, Gazze’deki sıkışmışlıktan kurtulmak için giriştiği bu macerada en fazla zarar vermiş olacağı şey ABD çıkarları olacaktır. İkinci seçiminde İsrail sözkonusu olduğunda bile “Önce ABD” ilkesini gözeteceğini vaat etmiş olan Trump’ın çok da fazla ileri gidemeden tekrar “Önce İsrail” çizgisine dönmüş olması ABD açısından trajik bir durumdur. Gazze’deki soykırımcı politikaları konusunda İsrail’i terk etme noktasına gelmiş olan İngiltere ve Fransa’nın İran karşısında insanlık suçlarıyla ilgili rezervlerini kolayca terk etme noktasına gelmiş olmaları da kayda geçecek bir tutum olacaktır.
Bugün kanıtlanmış insanlık suçlarıyla, soykırımcılığıyla, saldırganlığıyla insanlığa tehdit olan öncelikle İran değil, İsrail’dir ve ABD’nin yanısıra İngiltere ve Fransa bu tehdidi görmekten çok uzak, çünkü suçluya çok yakınlar.
İran veya herhangi bir İslam ülkesinin nükleer güç olmasına mı karşı?
Soykırım suçları uluslararası mahkemece tescil edilmiş İsrail’in İran’a şımarıkça saldırısı aslında ilave bir tepki çekmesi beklenirken İngiltere ve Fransa tarafından yapılması gereken normal bir adım gibi değerlendirildi. Her iki ülke ABD’nin yanısıra İran’a karşı İsrail’in yanında yer alacağını açıkladıklarında aynı İsrail Gazze’de 610 gündür devam etmekte olan soykırım bütün hızıyla devam ediyordu. İran’ın nükleer silah edinmesine karşı soykırımcı bir başka nükleer güçle birlikte gösterilen dayanışmanın zaten Gazze olayından beri iyice sarsılmış olan modern-laik-hümanist paradigmayı tamamen yıkmış olması mukadder.
Açıkçası G7’nin toplantısından “İran nükleer güç olmayacak” mesajının bütün açıklığıyla çıkmış olmasının bütün İslam dünyasında nasıl algılanıp anlaşılacağı çok açık. İran’ın İslam dünyası içinde uzun süredir taraf olduğu bütün sorunlara rağmen bir nükleer güç olmasına izin verilmemesinin ardında bir dini tercih ve dayanışmanın izleri görünecektir. Gerçek bir tehlikeden bahsedilmesi gerekiyorsa İsrail’in bırakınız bir nükleer güce sahip olması, bir tabancaya sahip olması bile insanlık için bir tehlike arz ediyor.
Oysa İsrail çok daha fazlasına, hatta nükleer güce de sahip olarak bugün bütün dünya barışı için, bütün insanlık için gerçek bir tehlike oluşturuyor. Oluşturduğu tehlikenin ne kadar gerçek olduğunu Gazze’de, Batı Şeria’da, Suriye’de görüyoruz her gün. Saldırgan ve şımarık bir tabiatı var. Ama bu saldırgan tabiata sahip olan güç, üstelik hakkında soykırımcılık kararı da varken İran’ın veya bölgedeki başka herhangi bir ülkenin şu veya bu silaha sahip olup olmamasına karar vermesi kendisine bir hak olarak görülüyor.
İsrail’in kayıplarının bilançosu
Bu, yaşadığımız savaşın bir yanı. Ancak diğer önemli yanı bu savaşa girişmekle İsrail’in şimdiye kadar bütün saldırganlığına rağmen kullanabildiği dokunulmazlık, ulaşılmazlık konforunu kaybetmiş olduğudur. Bu saatten sonra İsrail artık eskisi gibi dilediği ülkeye cezasızca saldırabilen bir güç olamayacaktır. ABD’den ve Avrupa’daki dinci dostlarından edindiği silahlara güvenerek sürdürdüğü saldırganlığı bugün çok sert bir duvara toslamış durumdadır. Bu yüzden kendi şehirleri, özellikle Tel Aviv, Gazze sokaklarına benzer bir yıkım yaşamaya başladı. Üstelik kendi ülkesinde yaşamayı tattığı bu yıkım kendinde çok emin olarak yok saydığı bir yerden geliyor. 50 yıldır ambargo altında yaşadığı için her türlü yoksunluk altında olan bir ülkenin kendi yerli imkanlarıyla, zorlukta ve kıtlıkta ürettiği silahlarla vuruluyor.
Aslında bu durum ABD ve İsrail ambargolarının bir ülkeye ne zarar verdiğini veya sırtını batılı güçlere dayamanın ne fayda verdiği üzerinde düşünmek açısından da önemli ve ibretlik bir durum ortaya çıkarıyor. 50 yıldır ABD ve Batı ambargoları ile yaptırımlarına maruz kalmış olan İran’ın silah ihtiyacının yaklaşık yüzde seksenini kendi yerli üretimiyle karşılayabilecek bir bağımsızlık seviyesi yakalamış olduğu anlaşılıyor. Gerçi ilk etapta iyi bir sınav vermeyen hava savunma sistemini ikinci aşama devreye girmeye başlamış yanısıra insansız hava araçları, hipersonik ve balistik füzeleri İsrail’in şimdiye kadar bölgede kendine yakıştırdığı ve bölge ülkelerinin çoğuna da kabul ettirdiği pozisyonu derinden sarsmış olacaktır.
Aslında bu konuda yine 2007 yılından beri tam bir abluka altında yaşayan yiğit Gazze halkının 7 Ekim’de İsrail’e karşı ortaya koyduğu çıkış ve direniş karşısınnda da İsrail’in sözkonusu pozisyonu sarsılmaya başlamıştı. Aynı kulvarda Türkiye’nin savunma sanayi hikayesi de çok daha büyük bir örnek çarpıcı bir örnek olarak eklenebilir.
Buna karşılık savunma sanayiinde ABD, Avrupa hatta İsrail gibi dış kaynaklara dayanan bilhassa Ortadoğu ve körfez ülkelerinin harcadıkları yüz milyarlarca dolara rağmen hala ABD Korumasına ihtiyaç duyuyor olmaları yeterince ibretlik bir durum değil midir?
Diğer yandan Netanyahu şimdiye kadar İran’ın kendi saldırganlığına karşı sergilemiş olduğu tepkisizliği, sabrı yanlış değerlendirdi (aslında her küstah İsrail saldırısından sonra bir karşılık vermesini bekleyen bütün Müslüman-Arap kamuoyunun da bu algıya hizmet ettiği söylenebilir). İran aslında İsrail ile topyekûn bir savaş istemiyormuş sadece ve bu da anlaşılmaz bir şey değil.
Siyonist-Haçlı İttifakı İslam Birliğini de uyandırır mı?
Oysa Netanyahu bu tepkisizliği İran’ın güçsüzlüğü kendisinin ise mutlak gücü olarak yorumladı ve İran’a karşı hızlı bir zafer umdu. İlk gün İran hedeflerini adeta gafil avlayarak kapıldığı büyük zafer sevinci de aslında ona sunulmuş bir zehir gibi oldu. Şimdi o zehir topyekûn İsrail’i zehirleyecek gibi görünüyor. İran karşısındaki Arap kamuoyu bile İsrail’le gerçek anlamda savaşan bir İran’ın arkasında duruyor. Arap sokaklarında Tel Aviv’i vuran İran füzelerinin nasıl bir sevinçle karşılandığını izlesinler isterlerse.
Belki ABD’nin de İsrail’in de Avrupa’nın da görmesi gereken şey bu. Parçalayarak yönettikleri İslam dünyası bu ırkçı, dinci bağnazca Haçlı-Siyonist saldırganlıklarıyla birleştirmeleri hiç de uzak bir ihtimal değildir.
Bu cini şişesine kim sokabilir, savaşı kim durdurabilir?
Nükleer silaha sahip olmasın diye soykırım suçlusu İsrail’in İran’a saldırmasını destekleyen ABD ve Avrupa ülkeleri başlattıkları bu akıl-dışı sürecin daha vahim sonuçlarından kaçınmak istiyorlarsa yapacakları şey belli. İsrail’in yanında saf tutmaktan vaz geçmek. Kendi başlattıkları bu savaşı kendilerinin sona erdirmeleri kolay olmayacak çünkü. Ukrayna ile Rusya savaşını başlattıkları halde bitiremedikleri gibi bu savaşı da istedikleri zaman bitiremeyebilirler. Bu noktada da başvurmak zorunda kalacakları Türkiye olacak, Türkiye’nin lideri Recep Tayyip Erdoğan olacak.
Erdoğan’ın da bu süreçte günlerdir sürdürdüğü baş döndürücü telefon diplomasisinin ötesinde İslam dünyasının liderlerini İstanbul’da toplayarak bu sürece “İslam dünyası olarak” bir ortak tepki ortaya koymaya öncülük etmesi kurulacak yeni düzen açısından kurucu-inşa edici bir adım olacaktır.