İran Ateş Çemberinden Çıkabilecek mi Yoksa Bölge Derin Bir Uçuruma mı Sürüklenecek?

İranlı-Amerikan akademisyen Veli Nasr, yeni kitabı İran’ın Büyük Stratejisi’nde İran Devrimi Rehberi Ali Hamaney’in İranlı siyasetçiler, güvenlik yetkilileri ve din adamları önünde yaptığı bir konuşmayı aktarıyor:
“İran stratejik hedeflerine yaklaşmıştır, yamaçları tırmandı ve neredeyse dağın zirvesine ulaşmak üzeredir. Kararlılıkla tırmanmaya devam etmeli ve yoldan yorulmamalıdır. Zirveye yaklaştıkça Amerika onun yolunu kapatmada daha çok çaba harcar.”
Nasr, kitabında İran’ın siyasi kimliği, toplu belleğinde var olan huzursuzluk, komşularına yönelik aşırı endişe, derin özsaygı ve tarih bilinci gibi önemli gözlemler sunuyor. Bu notlar, İran fenomenini anlamak isteyen her araştırmacı için değerlidir.
Ancak bizim için önemli olan, İran Rehberi’nin mecazi ifadesidir; İran’ın zirveye tırmanmadaki ısrarı ve Amerika’nın bu zirveye İran’ın çıkmasını engelleme kararlılığıdır.
Bu makalede, İran ile ABD ve İsrail arasındaki “dağın zirvesi” mücadelesini, bu mücadeleye giden geçmişi, mevcut gelişmeleri ve olası sonuçlarıyla ele alacağız. Çünkü bu savaş, önümüzdeki yıllarda İslam dünyasının halkları ve devletleri üzerinde derin etkiler bırakacaktır.
Geç Anlayışın Bedeli
Öncelikle, Hamaney’in mecazi ifadesi belirsiz olmakla birlikte, başka uzmanlar bunu bilimsel bir dille açıklamışlardır. Birçok Arap ve Batılı nükleer uzman, İran’ın nükleer güç olma eşiğine geldiğini; arada sadece siyasi karar ve son teknik adımların kaldığını belirtmiştir.
Bu nükleer eşiğe ulaşma durumu, İsrail ve ABD’nin mevcut savaşı başlatmasının asıl sebebidir; bu savaşla İran’ın zirveye çıkması engellenmek istenmektedir.
Hamaney’in İran’ın yükselişini engellemek isteyen ABD engeline dair sözleri, sadece İran’a değil, bölgedeki tüm önemli devletlere yönelik bir olgudur.
Yeni savaş, ABD-İsrail’in bölgedeki herhangi bir İslam ülkesinin nitelikli güç sahibi olmasını ve stratejik bağışıklık oluşturmasını engellemeyi hedefleyen kalıcı bir stratejinin parçasıdır. İran Cumhurbaşkanı Musaddık Beşkani de bunu, “İsrail Müslümanları birer birer vurmayı hedefliyor” diyerek ifade etmiştir.
İran ve bölgedeki diğer ülkelerin, bu ABD-İsrail hedeflerini çok önceden fark edip, bölge halkları arasındaki ortak sorunlara daha geniş, adil, derin ve samimi bir bakış açısıyla yaklaşması gerekirdi.
Amerikan ve İsrail politikaları, bölgedeki ağırlığı olan ülkeleri ya “marjinalleştirme” ya da “parçalama” yöntemlerinden biriyle hedeflemektedir.
Marjinalleştirme Yöntemi, ülkelerin potansiyelini boşa harcayan, İngiliz sömürgeciliğinin mirası niteliğinde, ABD’nin Britanya’dan devraldığı stratejinin uzantısıdır. Bu yöntem, ülkelerin stratejik bağımsızlıklarını ve güç yapılarını yok etmek için yönetim yapılarına sızma, siyasi kararlarını ele geçirme yoluyla onların ABD-İsrail yörüngesinde dönmelerini sağlamaktır. Böylece hangi büyüklükte olursa olsun, ülkeler iradesiz, tutarsız ve savunmasız hale gelir. ABD, bazı Arap ülkelerini böyle marjinalleştirmiştir.
Parçalama Yöntemi ise bağımsızlık ve özgürlük için direnen devletlerin yapısını yıkma, onları güçsüzleştirme amacına dayanır. Böylece ülke savaşlar, iç çekişmelerle güçten düşürülüp stratejik denklemden çıkarılır. Bu yöntem, ABD-İsrail stratejisinin Irak, Suriye, Libya ve Sudan gibi ülkelerde uygulandığı gibi, halklar özgürlük veya bağımsızlık talep ettiklerinde başarılı olur.
Parçalama yöntemi en çok, iç savaş ve ihtilaf dönemlerinde çatlaklardan sızılarak, taraflara yok edici silahlar sağlanmasıyla işler. Hiçbir tarafın savaşı kazanmasına izin verilmez ve böylece devlet zayıflar, yapısı çözülür.
Ne var ki İran ve Arap ülkeleri, ABD-İsrail’in bölge halklarını kontrol altına almak için marjinalleştirme ve parçalama stratejilerini zamanında kavrayamamışlardır. Her biri bencilce ve safça, komşusunun acı ve kanı üzerinde yükselmenin mümkün olduğunu sanmış; böylece düşman işini kolaylaştırmıştır. Ortak düşmanı ve ortak kaderi görmeyenler, çoğu zaman geç ve yarım yamalak fark etmişlerdir.
Bu geç fark edişin bedeli ağır olmuştur.
Toplu Yıkım ve Parçalara Bölme
Yahudi-Amerikan düşünür Edward Luttwak, “Savaşa Fırsat Ver” adlı 1999 tarihli makalesinde, bölgede savaşların bitirilmemesi, kanlı şekilde devam etmesi ve ardından ABD (İsrail) tarafından taraflara dayatılan çözümün benimsenmesini önerir.
2014’te New York Times’da yayınlanan “Suriye’de ABD, Taraflardan Herhangi Biri Kazanırsa Kaybeder” makalesinde Luttwak, uzun süren bir çekişmenin ABD çıkarlarına en az zarar veren yol olduğunu belirtir. Rejimin güçlendiği anlarda isyancılara silah desteğinin artırılması; isyancılar üstünlük sağladığında ise desteğin durdurulması önerisinde bulunur.
Luttwak, bu stratejinin ABD yönetiminin Suriye’deki tavrı olduğunu, Çin’in “yanan evi yağmala” stratejisinden daha ileri giderek evi yakmayı önerdiğini vurgular. Suriye krizinin bu kadar uzun sürmesi, İsrail üstünlüğünü pekiştirmek ve ABD nüfuzunu artırmak için bu stratejinin uygulanması sayesindedir.
Parçalama stratejisi bazen topluca, bazen ise parça parça uygulanır. Bölge halkları düşmanlarına kendi elleriyle yardım ederken; politik aptallık, bencillik ve ufuksuzluk, topluca parçalama stratejisinin hâkim olduğu durumlarda belirgin olur. Bu, 1980’de Irak’ın İran’a girişi ve 2015’te İran’ın Suriye’ye müdahalesi gibi örneklerde görülmüştür.
Toplu parçalama bazen de geçmiş yaraların kaşınması ve bölgeyi tarihsel, etnik, mezhepsel çatlaklarla bölerek gerçekleşir. Geçmişin cehennemini bugüne taşıyan bu çarpışmalar, ölüleri diriltip diri olanları öldürmek gibidir.
Yaklaşık 45 yıl önce, 1980 Ekim’inde dönemin Cumhuriyetçi Başkan adayı Ronald Reagan, dış politika danışmanı Henry Kissinger’a Irak-İran savaşına dair strateji sorar. Kissinger soğukkanlılıkla, “ABD’nin çıkarı savaşın devam etmesindedir, savaşın sürmesini sağla” der.
Reagan ve Carter yönetimleri bu talimata bağlı kalarak hem İran hem Irak’a savaşın devamı için silah ve destek sağlamış, savaşın bir tarafın zaferiyle sonuçlanmasını engellemişlerdir.
Irak Ordusu Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Nezar el-Hazercî, bu savaşta Irak ve İran’ın içine düştükleri uçurumun İsrail’e hizmet ettiğini fark etmiş ve “Bu karanlık tünel, Irak’ı içine çekmek ve uzun bir yıpratma savaşıyla İsrail’e karşı Irak’ın üstün gücünü etkisiz hale getirmek üzere hazırlanmıştır. Böylece iki ülke yorulup zayıflayacak ve devletleri parçalanacaktır, bu da o zalim İsrail’in çıkarına olacaktır” demiştir.
Parçalama stratejisinin parça parça uygulanması ise, bölgedeki bir halkı veya bileşeni hedefleyerek dayanışmayı uyuşturmak ve bölge halklarının birlik duygusunu zayıflatmaktır. Bu strateji, özellikle 1990’larda Irak’ın yıkımı ve uzun ambargoları ile 2003 sonrası işgaliyle görülmüştür.
Mevcut Savaşın Mahiyeti
Bu genel girişlerden sonra, şimdi mevcut savaşı mahiyet ve akıbet açısından çözümlemeye yöneliyoruz. Mevcut savaşın mahiyetini anlamak için, onu daha geniş bir bağlama yerleştirmek gerekir; bu bağlam, bölge üzerindeki yabancı vesayetin gelişimini ve Aksa Tufanı'nın genel stratejik çevre üzerindeki etkilerini kapsar.
Amerika, bölgede İngiliz askeri sömürgeciliğini miras almış ve onu uzun vadede kendisi için verimli bir siyasi ve stratejik sömürgeciliğe dönüştürmüştür.
Bugün ise İsrail, Amerika’nın siyasi sömürgeciliğini miras alma peşindedir. Çünkü Amerika, bölgenin yüklerinden sıyrılmaya başlamış, kendi sınırlarına çekilmiş ya da Asya’nın doğusunda Çin ile olan daha büyük çatışmaya odaklanmıştır. Bu nedenle İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü savaşı, bu İsrail hedefinden bağımsız düşünmek mümkün değildir; zira bu hedef olmasaydı, İsrail İran’la ilişkilerinde yalnızca nükleer caydırıcılık politikasıyla yetinirdi.
Ancak İsrail’in ne Britanya İmparatorluğu ne de Amerika gibi imparatorluk kapasitesi vardır. Üstelik artık bu çağ, o devletlerin hâkimiyet kurduğu çağ değildir. Bu yüzden İsrail’in –Amerikan desteğiyle birlikte– stratejisi, bölgede bazı liderlerin “gönüllü kulluğuna” bel bağlamaktadır. Bu liderler, eski “sömürge kervanlarına rehberlik” görevine nostaljiyle yaklaşmaktadırlar; oysa bugün buna ihtiyaçları da yoktur.
Ancak bu, kulluğa alışmışlıktır; ya da İbn Haldun’un ifadesiyle “itaat ve teslimiyet dini”dir. Bu ifade, son yıllarda bazı Arap ülkelerinin İsrail’le herhangi bir çatışmaları olmamasına ve onunla sınırda dahi bulunmamalarına rağmen imzaladıkları normalleşme anlaşmaları için en isabetli tanımdır.
Bu şekilde, söz konusu Arap ülkeleri İsrail’e hiçbir karşılık beklemeden avantajlar sunmuş, onun narsizmini körüklemiş ve hayalî hırslarını artırmıştır. İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü savaş da, bu İsrail hedefinin, yani bölgede oluşan stratejik boşluğu doldurma arzusunun bir taçlandırılmasıdır. Zira bu bölge, halklarının iradesiyle kronik bir zayıflık ve dağınıklık hâlinde kalmaya razı olmuştur.
Mevcut savaşın başlangıcında en dikkat çeken husus, ABD’nin muğlak ve aldatıcı rolüdür. Görünüşe göre Amerikan kararı, uzun süredir savaş yanlısıydı; ancak Amerikalılar, İsraillilerle, başlangıçta gölgede kalma ve sadece destek verme konusunda anlaşmışlardı. Sonrasında ise İran’ı aldatmak, onu gafil avlamak ve İsrail’in ilk darbeyi indirmesine fırsat vermek planlanmıştı.
Trump bu alanda rolünü çok iyi oynamış, İranlıları yeni bir nükleer anlaşma yapmaya ciddi olduğuna inandırmış, sahte iyimserlikle onları uyuşturmuş ve esneklik gösterileriyle dikkatlerini dağıtmıştır. Görünen o ki İranlılar bu aldatmacaya düştüler. İsrail’in ilk saldırı günü herhangi bir hazırlık göstermediler; bu da onların en önde gelen askerî liderlerini ve en seçkin nükleer bilim insanlarını kaybetmelerine neden oldu.
İsrail’in İran’a açtığı savaş ile Aksa Tufanı arasındaki ilişki ise derin ve sıkıdır. Askeri bilimlerde şöyle denir: Her savaşın, amaçlanmayan ama stratejik olarak daha önemli sonuçları olabilir. Aksa Tufanı’nın bu türden –yani asıl amaçları dışında ama daha önemli olan– iki sonucu olmuştur:
- Suriye’nin Beşşar Esed’den kurtarılması,
- İsrail ile İran arasında patlak veren mevcut savaş.
Şehit Yahya Sinvar, Aksa Tufanı’nın Filistin çevresindeki stratejik ortamda derin bir değişiklik yaratacağını ve İran’ı İsrail’le doğrudan bir yüzleşmeye çekeceğini öngörüyordu. Görünüşe göre bu öngörüsü isabetliydi. Oysa ben ve benim gibi pek çok kişi, bu ihtimali başlangıçta uzak bir hayal olarak görmüştük.
Ancak ilk sürpriz darbenin kazanılması, savaşın kazanıldığı anlamına gelmez. Öyle olsaydı, Japonya Amerika’ya karşı “Pearl Harbor” saldırısıyla zafer kazanırdı. İsrail, İran’a indirdiği ilk darbeden –acıtıcı olmasına rağmen– çok uzun süre keyif alamadı. Hemen ardından hesaplaşma başladı.
Üstelik İsrail’in gerçekleştirdiği bu sürpriz saldırı ve onu takip eden darbeler, İran’ın nükleer programının kalbine –yani bir dağın içine gizlenmiş “Fordow” tesisine– ve zenginleştirilmiş uranyum stokuna ulaşmayı başaramadı.
Savaşın Seyirleri ve Muhtemel Sonuçları
Burada, savaşın gelecek seyrini yaklaşık ve kesin olmamak kaydıyla tasavvur edebiliriz; bu tasavvur zaman içinde olayların gelişmesiyle değişebilir. Çünkü her savaş, kendi yöntemine göre yuvarlanır; planlama aşamasında hesaba katılmamış etkenlerin ortaya çıkma ihtimali nedeniyle gidişatı ve sonuçları hakkında kesin yargılarda bulunmak mümkün değildir. Buna dayanarak, mevcut savaş için öngörülen başlıca senaryolar şu şekilde özetlenebilir:
Birinci Senaryo: İran liderliğinin boyun eğmesi ve Trump’la, savaşın devam etmesinin varoluşsal tehdit oluşturduğu kanaatine vararak (özellikle ABD doğrudan savaşa müdahil olursa ya da böyle bir niyeti olduğuna ikna olursa) nükleer ve füze programından vazgeçmeyi içeren bir anlaşmayı kabul etmesi. Ancak bu seçenek, birçok sebepten ötürü tamamen uzak bir ihtimaldir. Bunlar arasında:
- İranlıların intikam kültürü derin olan, kendine güveni yüksek bir millet olmaları ve savunma/yıpratma savaşlarında sabırlı olmaları,
- Nükleer ve füze programına yapılan yatırımın İran stratejisinin sermayesi olması ve kolayca vazgeçilemeyecek taktik bir mesele olmaması,
- İran siyasi elitinin ABD’ye güvenmemesi ve büyük bir güçle varoluşsal bir çatışma yaşasa dahi boyun eğmeyecek olması sayılabilir.
İkinci Senaryo: İran’ın, zaman kazanmak amacıyla siyasi "takiyye" ve diplomatik manevra yolunu izlemesi; bu süreçte nükleer güvenlik zırhını tamamlaması.
Bu senaryo kapsamında İran, uranyum zenginleştirmesinden vazgeçebileceğini (ancak nükleer ve füze programından tamamen vazgeçmeden) beyan eder, karşılığında ABD’nin savaşı durdurmasını talep eder. ABD ve müttefikleriyle bu anlamda yeni bir nükleer anlaşma imzalar, sonra gizli bir nükleer program yürütür ve caydırıcı nükleer silah hedefini tamamlar.
Ancak bu senaryo da zayıf bir olasılıktır; zira ABD ve İsrail İran egemenliğini ihlal etmeden, topraklarında denetime girmeden tatmin olmayacaklardır. İran liderliği ise güvenlik, askeri ve siyasi açıdan tamamen açık hale gelmeyi kabul etmeyecektir.
Üçüncü Senaryo: İran’ın, elinde bulunan %60 oranında zenginleştirilmiş yaklaşık 500 kilogram uranyumla geleneksel türde bir nükleer bomba yapımına hız vermesi. Bu miktar, daha ileri düzeyde (%93) zenginleştirme gerektiren gelişmiş nükleer bombalara kıyasla daha az etkili olsa da yaklaşık 10 geleneksel nükleer bomba üretimine yetecek miktardadır ve her hâlükârda caydırıcı bir silahtır.
Bu seçenek oldukça mümkün ve muhtemeldir. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın eski başmüfettişi Dr. Yesri Ebu Şadi’ye göre, İran düşük zenginleştirilmiş uranyumla sadece bir-iki hafta içinde bir nükleer bomba üretebilir. İran’ın bilimsel uzmanlığı, teknik yeterliliği ve uygun test alanları mevcuttur. Columbia Üniversitesi araştırmacısı ve Biden yönetiminde İran işleri özel temsilci yardımcısı olan Richard Nephew de bu senaryoyu olası görmektedir.
Dördüncü Senaryo: Yangının yayılması. Yani ABD savaşa müdahil olur, İran’ın zenginleştirilmiş uranyumuna el koyar ya da onu nükleer bomba üretiminden men eder, İran füze programının önemli bir kısmını imha eder veya İran rejiminin varlığını varoluşsal tehdit altına alırsa...
Bu durumda İran’ın kaybedecek bir şeyi kalmaz. Savaşın kapsamını genişletir, ABD çıkarlarını doğrudan ya da müttefikleri eliyle hedef alır, enerji piyasasında kriz yaratır ve böylece çatışmayı bölgesel bir ihtilaftan uluslararası bir savaşa dönüştürür.
Burada hatırlatmak gerekir ki İran, Rusya açısından jeopolitik olarak hayati önemdedir, Çin açısından ise enerji ekonomisinin vazgeçilmez bir parçasıdır. İran, Rusya’nın güney sınırıdır; ABD’nin buraya doğrudan müdahalesi Rusya’nın stratejik güvenliği açısından büyük tehdittir. Çin de İran’la stratejik ortaklık anlaşması imzalamış olup petrol ihtiyacının önemli bir kısmını İran’dan karşılamaktadır. Dolayısıyla Çin’in İran’ın kaybına ya da yıkımına sessiz kalması kolay değildir.
Beşinci Senaryo: ABD, İsrail’in İran’ın nükleer programını yok edemeyeceğine kanaat getirir; ona bu fırsatı vermiş, ama başarılı olamamıştır. ABD de doğrudan müdahale etmekten, savaşın yayılması, Çin’in İran’a nitelikli askeri destek vermesi, hatta “Çin-İran Stratejik Ortaklık Anlaşması” uyarınca doğrudan müdahalesi ihtimaline binaen, vazgeçer. Bu durumda ABD, İsrail’e savaşı durdurma emri verir ve şu ana kadar yaşananları yeterli sayar. Çünkü iki taraf da birbirine acı vermiş, karşılıklı caydırıcılık sağlanmış, uzun süreli bir ateşkes için yeterli zemin oluşmuştur.
Bu seçenekler arasında en muhtemeli, İran’ın konvansiyonel şekilde nükleer caydırıcılığını inşa etmeye hız vermesidir. Bunu, yangının yayılması senaryosu izlemektedir. Boyun eğme ve "takiyye" senaryoları ise olası görünmemektedir.
Arap komşular açısından en uygun senaryo beşinci olanıdır: Savaşın hızla durması. Bunu, İran’ın nükleer silah üretmede başarıya ulaşması izler. Çünkü İran nükleer caydırıcılık kazanmadan bölgede barış olmaz, İsrail’in Körfez’e hâkim olma emelleri sona ermez. Bu iki senaryoyu, uzun vadede pratik olmasa da "takiyye" politikası izler.
Yangının yayılması senaryosu ise Arap ve İslam komşuları için felaket demektir. İran’ın boyun eğmesi ise Siyonistlere siyasi köleliğin ve stratejik çıplaklığın kapısını açar. O hâlde mevcut savaş şartlarında ahlaki ve siyasi açıdan asgari uygun tavır nedir?
Her Zamanı Zamanında Yaşa
Siyonistlerin stratejilerini ve önceliklerini bilen uyanık bir gözlemci için, İran’ın -Allah korusun- zayıf düşmesi durumunda ilk hedef alınacak ülkenin, Esed kasabının yönetiminden kurtulmuş, Filistin sınırına komşu ve yükselen Türkiye ile müttefik yeni Suriye olacağını fark etmek hiç de zor değildir.
Amerikalıların, İslami ve özgürlükçü temellere dayanan yeni Suriye yönetimine ve onun küresel cihatçı ittifaklarına göz yummaları da, aslında ümmetin parçalarını tek tek hedef alırken diğer parçalarını o anda tarafsızlaştırma stratejisinin bir yansımasıdır. Bu, Amerikan stratejisinin köklü geleneklerinden biridir: geniş cephelerde savaşmaktan kaçınmak ve eş zamanlı çatışmalardan uzak durmak.
Amerika’nın yeni Suriye ile yaptığı ateşkes, 2003’te Irak’ı işgali sırasında İran’la yaptığı ateşkesten farklı değildir. Bu durum, ABD’nin Suriye halkının kaderiyle oynama konusunda samimi bir pişmanlık duyduğunu göstermemekte; aksine, Suriye halkının kanı üzerinden 14 yıldır süregelen Siyonistlere hizmet eden kanlı oyunun bir devamıdır.
Bugün İran’ın ödediği bedel, olayları geç kavramanın bir sonucudur. Bu, İran’ın komşu bir düşmanın başına gelen felaketi bir fırsat olarak görüp iç işlerine müdahil olması, bölgeye rahatça kollarını uzatması ve bu süreçte yaptığı büyük stratejik hataların neticesidir. Bugün yaşananlar da bunun bir sonucudur. Bu nedenle tüm ümmetin İran’ın yanında durması ve onun çökmesine veya parçalanmasına karşı tüm gücünü seferber etmesi gerekir. Eğer bu tavır saf İslami ilkelerden doğmuyorsa bile, siyasi bilgelik, pragmatik çıkarlar ve stratejik farkındalık bunu gerektirir.
İran, zorlu yolu seçti ve düşmanlarının gücüne, yolun ıssızlığına rağmen dağın zirvesine doğru yürümekte ısrar etti. Arap dünyasına ise Tunuslu şair Ebu’l-Kasım eş-Şabbi’nin deyimiyle “ebedi olarak çukurların arasında yaşamayı” kabullenmek yakışmaz:
Ve kim ki dağa tırmanmaktan korkarsa,
Sonsuza dek çukurlar arasında yaşar.
İran bugün, stratejik bağımsızlık kararını sürdürmenin, Kudüs ve Mescid-i Aksa davasını desteklemenin ve öz savunma bağışıklığını inşa etmenin bedelini ödüyor. Eğer bu krizden güçlü ve ayakta çıkarsa, İsrail-Amerika engelini aşarsa ve nükleer eşiği geçerse; bu sadece İran’ın değil, tüm bölgenin kazancı olur. Çünkü bu, İsrail-Amerikan gölgesinin bölgede hafiflemesi anlamına gelecektir.
Ama eğer İran bu saldırı karşısında kırılırsa, tüm bölge, düşünür Abdurrahman el-Kevâkibî’nin tarif ettiği “uğursuz kölelik” dönemine girer: yani, milletlerin kendi iç parçalanmalarının, dış düşmana davetiye çıkardığı zamanlara...
Birkaç ay önce İsrail ile İran arasında savaş ihtimali üzerine konuştuğum bir Türk dostum şöyle demişti:
“İran’ı korumalıyız ve aynı zamanda İran’dan da kendimizi korumalıyız.”
Ve Türkiye üzerindeki muhtemel savaş etkilerini ayrıntılarıyla anlatmıştı.
Bu denklem İran’ın Arap komşuları için de geçerlidir. İran’ın parçalanmasına karşı onu korumak da gereklidir, ilerideki İran kaynaklı risklerden korunmak da. Belki de bu savaş, İran’a önemli bir ders olur: Komşuları dikkate almadan uygulanan “ileri savunma doktrini”, sonunda hem İran’ı hem de komşularını içine çeken bir tehlikeye dönüşür. Bu strateji İran için olduğu kadar komşular için de tehdit oluşturmaktadır.
Bugünün en acil görevi, İran’ın parçalanmasını ve yangının yayılmasını engellemektir. Araştırmacı dostum Iraklı Dr. Lika Makki’nin dediği gibi –ki o uzun yıllar İran’la hem söz hem silahla mücadele etmiş bir kişidir–:
“İran ne kadar saldırgan bir tutum içinde olursa olsun, İsrail-Amerikan ittifakı eliyle yok edilmesi büyük bir felaket olur. Bu, istisnasız hepimizi içine alacak bir çağın kapısını aralar: Son yüz yılın en acılı ve en tehlikeli dönemi.”
Aklı olan kişi, hedefi isabetle vurur; zamanın gereğini zamanında yerine getirir, her dönemi kendi zamanında yaşar. Akılsız ise geçmişin yükünü geleceği yıkmak için taşır, düşman elindeki bıçağı bilemeye devam ederken, zamanı gelmemiş savaşlarda kendini ispat etmeye çalışır!
Aljazeera.net’te yayınlanan yazı Yunus Badem tarafından çevrilmiştir.