Amerika’nın Kaybettiği Gibi Çin de Müslümanları Kaybetmemeli

Amerika’nın Kaybettiği Gibi Çin de Müslümanları Kaybetmemeli

Çin, Batılı güçlerin İslam dünyasında işlediği hata ve günahlardan ders çıkaracak mı, yoksa bu güçlerin izinden mi gidecek?

Yakın zamanda gösterime giren Çin yapımı siyasi filmlerden biri olan “Kızıldeniz Operasyonu”, Afrika Boynuzunda iç savaşın hüküm sürdüğü bir ülkedeki yüzlerce Çinliyi kurtarmak için Aden Körfezi’ne müdahale eden seçkin Çin özel kuvvetlerinin hedef aldığı savaşçıların dillerinden ve kıyafetlerinden Arap ve Afrika kökenli Müslümanlar oldukları anlaşılıyor. Çin özel kuvvetleri daha sonra Arap Çölü’ndeki bir kasabanın üzerinden geçerek medyada “sarı pasta” olarak bilinen bir miktar uranyum cevherini, “kirli bomba” (RDD) üretmek için kullanabilecek teröristlerden olağanüstü bir cesaretle ele geçiriyor. Filmin sonunda, Çin’in muzaffer seçkin kuvvetleri, ancak ABD gemilerini Güney Çin Denizi’nden kovduktan sonra evlerine dönüyorlar.

Ancak, “Kızıldeniz Operasyonu” filminde bizi ilgilendiren şey, siyasi ve stratejik çağrışımları. Basında çıkan haberlere göre Çin ordusu tarafından 70 milyon dolardan fazla finanse edilen bu film, masum bir sanat eseri olmaktan ziyade, yükselen bir ulusun hırsının ifadesi ve bu ulusun bir sonraki çatışma alanlarına yönelik vizyonuna anlamlı göndermeler içeriyor. Açıkça siyasi mesajlar içeren Amerikan Hollywood filmlerini hatırlatan bu filmde Aden Körfezi, Afrika Boynuzu, Kızıldeniz ve Arap Çölü’nün savaş alanı olarak seçilmesi, Çin’in Müslüman dünyanın kalbi üzerinde Batılı güçlerle girişeceği mücadeleye yönelik stratejik vizyonunun bir ifadesi.

Açık bir siyasi mesaj içeren bu sanatsal yapım, Amerikan üst akılları ile geleceğin Çin güçleri arasında İslam dünyası üzerinde verilen mücadelenin derinleştiği bir dönemde sahne çıkıyorsa, özellikle de bugün Kuzey Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya uzanan İslam dünyası, İngiliz jeopolitik coğrafyacı James Fairgrieve’in (1870-1953) “çarpışma bölgesi” (the crash zone) olarak adlandırdığı alanın çoğunu kapsıyorken, gerçekten üzerinde düşünmeye değer. Zira bu bölge, Pers-Yunan çatışmasından Moğollar ve Haçlılara, Britanya İmparatorluğu ve Çarlık Rusya’sına, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’ne ve günümüzde Çin ve Amerika’ya kadar tarih boyunca büyük deniz ve kara güçlerinin üzerinde mücadele ettiği bölgedir.

Bugün uluslararası sistemdeki dönüşümler üzerine düşünenler, en somut gerçeğin Çin’in genişlemesi ve Amerika’nın gerilemesi olduğu konusunda neredeyse hemfikirler. 40 yıl önce başlayan Çin ekonomik mucizesi artık siyasi nüfuza ve stratejik hırsa dönüşmüş durumda. Bu artık bir metafor ve diplomatik kelime oyunu olarak ifade edilmiyor, Çinli liderlerin dillerinde dolaşan açık ifadeler ve Çinli karar alma merkezleri tarafından yayınlanan stratejik kılavuz belgelerde yazılı planlar haline geldi.

O halde Çin, Batılı güçlerin İslam dünyasında işlediği hata ve günahlardan ders alacak mı, yoksa Müslümanlara hiçbir stratejik önem atfetmemek, ülkelerini stratejik denklemlerin bir tarafı olarak değil de sadece bir savaş alanı olarak görmek ve İslam dünyasında daha önce Batılı güçlerin çarptığı ve nihayetinde kaybettiği gibi tarih ve coğrafya kayasına çarpmak konusunda bu güçlerin izinden mi gidecek?

Amerikalı siyasi düşünür John Mearsheimer, uluslararası güçlerin yükselişi ve çöküşü üzerine bir teori ortaya atarak, uluslararası sistemde yükselmenin ve sistemi kontrol etmenin en iyi yolunun bir devletin çevresinde bölgesel bir güce dönüşmesi ve daha sonra bu devletin çevresinde başka bir bölgesel gücün ortaya çıkmasını engellemesi olduğu kanaatindedir. Birleşik Devletler’in çağdaş tarihte yaptığı da budur. Kendi bölgesel ortamında, yani Amerika kıtasında gücü tekeline aldı ve daha sonra ister Nazi Almanya’sı ister Sovyetler Birliği ister Çin Halk Cumhuriyeti olsun, kendi hinterlandında başka herhangi bir ülkenin bölgesel bir güç olmasını engellemeye çalıştı.

Bu teoriye dayanarak Mearsheimer, Çin ile Amerika arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olduğunu, çünkü Amerika’nın tıpkı Sovyetler Birliği’ni Çin de dahil olmak üzere komşularıyla çevrelediği gibi Çin’i de yakın komşularıyla (Rusya dahil) “çevrelemeye” çalışacağını ve Çin’in de buna şiddetle karşılık vereceğini ve bunu bir “kuşatma” şeklinde ve uluslararası bir güç olarak doğal nüfuz ve genişleme hakkına karşı bir saldırı olarak değerlendireceğini savunmaktadır. Çin, Mearsheimer’ın ifade ettiği gibi bir “oldubitti” devleti değil, küresel gerçekliği değiştirmek isteyen bir ülkedir.

Mearsheimer’a göre Çin-Amerikan çatışması, 21. yüzyılda uluslararası sistemi kendi karakteriyle nitelendirecek olan büyük gerçekliktir. 20. yüzyılda tüm gözlerin üzerine çevrildiği Avrupalı güçler, onun deyimiyle bugün artık “bir müze ve geçmişten bir hikaye.” ABD, İngiltere ve Avustralya arasındaki son Aukus anlaşması, ABD’nin Anglosakson Paktı ile Çin’i denizden kuşatmasının başlangıcına benzediği için Mearsheimer’ın teorisini destekliyor gibi görünüyor; Çin ile tarihsel düşmanlığı veya rekabeti olan Japonya, Hindistan ve diğer Asya ülkeleri de gelecekte buna dahil olabilir.

Ancak Çin’in yükselişi ve küresel genişleme ve stratejik konsolidasyon hedefleri büyük ölçüde Orta ve Güney Asya’da Çin’in batı kanadındaki birkaç ülke ile yani Pakistan, Afganistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan sınırı olan İslam dünyası ile ilişkilerine bağlı. Bu ülkeler Çin’in Orta Doğu ve Orta Asya’ya açılan kara kapısı, yani Güney Çin Denizi’ndeki Batı ablukasının yoğunlaşması halinde nefes alacağı alan ve dünya üzerinde ekonomik hakimiyet kurmayı amaçladığı devasa projesi “Yeni İpek Yolu”nu genişletmek için kullandığı kapı konumunda. Dünyanın en büyük enerji ithalatçısı olan Çin, Orta Doğu’daki Müslüman ülkelerden gelen petrol ve doğalgaza da bağımlı ve ithalatının yaklaşık yarısını bu ülkelerden yapıyor. Bugünün sıcak Çin-Amerikan çatışması, Endonezya ve Malezya da dahil olmak üzere Müslüman ülkelerin ağırlığı olan Güney Çin Denizi’nde yaşanıyor.

O halde Çin, Batılı güçlerin İslam dünyasında işlediği hata ve günahlardan ders alacak mı, yoksa Müslümanlara hiçbir stratejik önem atfetmemek, ülkelerini stratejik denklemlerin bir tarafı olarak değil de sadece bir savaş alanı olarak görmek ve -yirmi yıllık stratejik bocalamadan sonra ABD’nin Afganistan ve Irak macerasının sonunda gördüğümüz gibi- İslam dünyasında daha önce Batılı güçlerin çarptığı ve nihayetinde kaybettiği gibi tarih ve coğrafya kayasına çarpmak konusunda bu güçlerin izinden mi gidecek?

Çin’in pozisyonu, demokrasi çağrısında bulunup diktatörlüğü destekleyen ve insan hakları sloganını öyle böyle yükseltip tutumlarında ahlaki tutarlılıktan uzaklaşan Batı’dan daha az ikiyüzlüdür.

İster Çin’e kara ve deniz yoluyla komşu olan Asya kısmı olsun, ister enerji ve hammadde kaynakları içeren ve uluslararası ticaret için hayati önem taşıyan boğazlara sahip olan Arap ve Afrika kısmı olsun, Çin’in İslam dünyası ile ilgili niyet ve amaçlarının ne olduğu stratejik analistler için net değildir. Ancak denilebilir ki Çin’in, İslam dünyasını olduğu gibi kabul etmesi ve Batılı güçler ve Rusya’nın iki asırdır yaptığı gibi siyasi ve kültürel olarak nüfuz etmeye çalışmaması tartışmasız iyi olacaktır. Rusya ve Batılı ülkelerin aksine Çin’in bu bölgede sömürgeci bir geçmişi yoktur, kendisi de modern zamanlarda acımasız Japon ve Batı sömürgeciliğinin kurbanı olmuştur ve şanlı Cezayir devrimine verdiği siyasi destek de dahil olmak üzere geleneksel olarak halkların sömürgecilikten kurtuluşuna sempati duymuştur.

Yakın zamana kadar Çin’in İslam dünyasındaki dış politikası büyük ölçüde itidalli ve çekinceli nitelikteydi. Sömürgeci mirasa sahip ve bölgeye stratejik olarak nüfuz etmiş Batılı ülkelerin aksine Çin, ne demokrasi ve insan hakları sloganları atarak rejimleri rahatsız ediyor, ne de kimliklerini ya da ülkelerindeki iç stratejik kararları etkilemeye çalışarak halkları rahatsız ediyor. Çin, yaptıklarından çok yapmadıklarıyla bölgedeki tüm taraflardan daha fazla kazanım elde edebilmiştir. Bundan dolayı Çin’in pozisyonu, tıpkı Amerikan Brookings Enstitüsü araştırmacısı Shadi Hamid’in Tunus’taki Kays Said darbesine ilişkin Amerikan tutumunu ele aldığı “Amerikan ikiyüzlülüğünün geri dönüşü ve Tunus” başlıklı son makalesinde açıkladığı gibi, demokrasi çağrısında bulunup diktatörlüğü destekleyen ve insan hakları sloganını öyle böyle yükseltip tutumlarında ahlaki tutarlılıktan uzaklaşan Batı’dan daha az ikiyüzlüdür.

Bu ölçülü politika ile Çin, İslam dünyasındaki rejimleri halklarını kaybetmeden kazanmayı başardı. Amerika İslam dünyasının halklarını uzun zaman önce kaybetti ve bugün de uzun vadede siyasi rejimlerini kaybetmek üzere. Avrupa’daki Batılı müttefiklerinden vazgeçmeden önce bölgemizdeki geleneksel müttefiklerinden vazgeçmeye başladı. Bugün Amerika’nın Doğu Asya bölgesine yönelişini ve başta Orta Doğu bölgesinde olmak üzere İslam dünyasındaki geleneksel müttefiklerine olan stratejik bağlılığından kademeli olarak vazgeçişini ve bazılarını panik halinde ve stratejik olarak tamamen açığa çıkmış durumda terk edişinin başlangıcını yaşıyoruz.

Çin, Amerikalılar tarafından Orta Doğu’da -özellikle de Körfez’de- kurulan bölgesel güvenlik sisteminden bedelini ödemeden akıllıca yararlandı. ABD güçleri enerji ihracat rotalarını güvence altına almak için on yıllar boyunca Körfez’i filolarıyla kuşatmış ve askeri güçleriyle Orta Doğu’yu boğmuşken, Çin bölgenin enerjisini Amerikalılardan daha fazla ithal etti ve bölgenin boğazlarını (Hürmüz, Babü’l-Mendeb, Süveyş Kanalı) uluslararası ticareti için diğer tüm ülkelerden daha fazla kullandı. Rusların ve Amerikalıların kırk yıl boyunca vahşi bir işgale maruz bıraktıkları Afgan topraklarını çoraklaştırdıktan sonra hiçbir siyasi veya ekonomik meyve toplayamadığı Afganistan’ın meyvelerini bugün Çin topluyor.

Çin’in bu siyasi sağduyusu kültürel ve stratejik nedenlerden kaynaklanıyor olabilir. Kültürel nedenlerden biri, insanlık tarihinin en büyük ve en uzun ömürlü savunma ve medeniyet yapılarından biri olarak kabul edilen Çin Seddi ile sembolize edilen Çin’in tarihsel olarak kendi kendine yeterli olma eğilimidir. Çin kültürünün, yazılışından bu yana 25 asırdan fazla zaman geçmesine rağmen bugün hala dünya çapında üniversitelerin savunma fakültelerinde ders olarak okutulan Savaş Sanatı adlı eserin yazarı Çinli strateji teorisyeni Sun Tsu’nun günlerine kadar uzanan derin tarihi kökleri olan bir stratejik sabra sahip olduğu görülmektedir.

Uygur Müslümanlarına yönelik zulüm, dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların kalbini derinden yaralamıştır ve bu yara, Çin ile İslam dünyası arasındaki gelecekteki stratejik ilişkileri zehirleyebilir. Çin’in İslam kültüründe özellikle hassas olan din ve namus konularında Uygurları hedef alması bu yarayı derinleştirmektedir.

Müslümanlara karşı küçümseyici bir tavır takınan Batılı ülkelerin aksine Çin, Müslüman halklar da dahil olmak üzere diğer halklarla ilişkilerinde her zaman daha mütevazı ve daha az övünen bir tutum sergilemiştir. Dahası Çin, Pakistan ile uzun süredir devam eden ilişkilerinin de gösterdiği gibi, askeri teknoloji transferi konusunda Müslümanlara daha açıktır. Bu ise yapıcılık imkanı olan önemli bir tarih. Amerika ve diğer Batılı ülkelerin Müslüman ülkelerle askeri teknoloji konusunda en cimri ülkeler olduğunu ve onlarca yıldır müttefik olsalar bile Müslüman ülkeleri askeri açıdan geri kalmış tutmaya ihtiraslı olduklarını görüyoruz. Bugün bunun son örneği, Amerikan F-35 jetleri ve Rus S-400 füzeleri anlaşmasında Amerika’nın Türkiye’ye yaptığı kaba muameledir.

Ancak Çin ile İslam dünyası arasında derin bir stratejik yakınlaşmayı engelleyen iki mesele var: Çin hükümetinin Arap halklarının devrimleri karşısındaki tutumu ve Uygur Müslümanlarına uyguladığı zulüm. Çin, Rusya ile birlikte Arap devrimlerinin karşısında yer aldı ve Şam’daki Beşşar Esed rejimine yönelik herhangi bir tehdidi önlemek için BM Güvenlik Konseyi’nde birden fazla kez veto hakkını kullandı. (Gerçi Amerika ve Avrupa, Suriye devrimini destekleme ya da Esed’i devirme konusunda hiçbir zaman ciddi olmadı). Ancak Çin’in Arap devrimleri konusundaki bu tutumunun Çin-Rusya yakınlaşması nedeniyle Rusya’ya bir iltifat/jest mi olduğu, yoksa Çin’in bölgeye ve bölgenin siyasi kaderine yönelik stratejik bir perspektiften mi kaynaklandığı net değil.

Uygur Müslümanları meselesi, Çin ile İslam dünyası arasındaki ilişkilerde en tehlikeli meseledir. Her ne kadar İslam dünyasındaki egemen siyasi rejimler Müslümanlara karşı insaflı davranması için Çin’e baskı uygulamaya -şu ana kadar- cesaret edememiş olsa da, Uygur Müslümanlarına yönelik zulüm, dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların kalbini derinden yaralamıştır ve bu yara, Çin ile İslam dünyası arasındaki gelecekteki stratejik ilişkileri zehirleyebilir. Çin’in İslam kültüründe özellikle hassas olan din ve namus konularında Uygurları hedef alması bu yarayı derinleştirmektedir.

Mısırlı yazar Dr. Necip el-Kiylani (1931-1995), 1970’li yılların başında yayımlanan “Türkistan Geceleri” adlı romanında, 20. yüzyılın ikinci üçte birlik kısmında Çin’de komünist yönetimin yükselişiyle birlikte Uygur Müslümanlarının içinde bulunduğu kötü durumu tasvir eder. Komünistler İslami mukaddesata saygısızlık ettiğinde ya da onları gayrimüslim kızlarla evlenmeye zorladığında yaralanmış onur duygularını derinden ifade eder. Bu bağlamda Kiylani, başkahramanın (Mustafa) şu sözlerini aktarır: “Bir gün Çin lideri ülkeyi baştan sona sarsan bir genelge yayınladı, bu genelge herhangi bir Türkistanlıyı, inanç farklılığına rağmen kızını almak için başvuran herhangi bir Çinli ile evlendirmeye mecbur ediyordu. İşgal, günün birinde ortadan kalkabilecek geçici bir mesele. Düşmanla çarpışma bir vurkaç. Ama düşmanın insanların duygularını çiğnemesi, inançlarını hor görmesi ve dinleriyle alay etmesi ise tahammül sınırının ötesinde.”

Araştırmacı Muhammed Huda Prayoga, Cakarta’daki Şerif Hidayetullah Üniversitesi İslam ve Arap Çalışmaları Fakültesi’nde “Türkistan Geceleri Romanında Sosyal Değerler” konulu güzel bir tez sunmuş ve bu konudaki tartışmayı ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Ancak görünen o ki Çin siyasi elitleri şimdiye kadar İslam kültürünü anlamayı başaramadı, aksi takdirde Mısırlı yazarın Doğu Türkistan’daki (Uygur bölgesi) 1930’lu ve 40’lı yılları anlattığı romanında tasvir ettiklerini tekrarlamazdı. Çin adeta, Amerikalıların Irak ve Afganistan’da sistematik ve cehalet nedeniyle dine ve namusa karşı işledikleri günahların izinden gidiyor.

Dünyadaki tüm ülkeler gibi Çin’in de toprak bütünlüğüne düşkün olması anlaşılabilir bir durumdur, ancak bugün Uygur Müslümanlarına yönelik soykırımcı ve kültürel politikalarına ihtiyacı yoktur. Müslüman siyasetçiler ve akademisyenler, Uygur Müslümanlarının İslami inanç ve kimliğini koruyan ve Çin devletinin birliğine saygı duyan bir siyasi formül bulmak için Çin hükümeti ile Uygur vatandaşları arasında arabuluculuk yapabilirler. Aslında Doğu Türkistan, jeopolitik mantık gereği, Çinli liderlerin Müslüman nüfusa iyi davranması halinde Çin’in İslam dünyasına açılan doğal kapısı konumunda. Adalet ve saygı ile bu bölge Çin ile İslam dünyası arasında bir köprü haline gelecek, halkı refah ve huzur içinde yaşayacak ve Çin Yeni İpek Yolu’nun başlangıç noktasında Çin için büyük ekonomik ve stratejik perspektifler açacak bir potansiyele sahip. Bu herkes için, Müslümanları sefalete ve zulme mahkum etmekten ve içinde bulundukları kötü durumu Müslüman-Çin ilişkilerinde bir dikene dönüştürmekten daha iyidir.

Amerikalı siyaset felsefecisi Samuel Huntington (1927-2008) çeyrek yüzyıldan daha uzun bir süre önce, daha yakın bir Çin-Müslüman ilişkilerinin “büyük medeniyetler savaşında Batı’ya karşı savaşacak devasa bir küresel ittifakın kurulmasına doğru” evrilebileceği konusunda uyarıda bulunuyordu. Huntington’ın konuşmasında -her zamanki gibi- Müslümanlara ve Çinlilere karşı abartılı ve bariz bir önyargı vardı, ancak uluslararası ilişkilerde dinin merkezi rolünü fark etmek ve uluslararası sistemde yaklaşan dönüşümleri, yani Çin ve İslam dünyası için yeni stratejik işbirliği kapıları açan dönüşümleri hissetmede erken davranmıştı. Eğer Amerika ve Avrupalı müttefikleri Müslüman halklarla ilişkilerinde daha az ikiyüzlü bir yol izleselerdi ve Müslüman toplumların iç siyasi ve kültürel meselelerine daha az müdahaleci bir yaklaşım benimseselerdi, İslami kimlik ve İslami demokrasi Doğu’dan gelen Çin akınına karşı bir siper olabilirdi. Ancak zamanın yiyip tükettiği sömürgecilik mirasının bakiyesi siyasi ve stratejik körlüğe yol açıyor.

Diğer Yazıları

Yorum Yaz