Laikliği Düşünmek 4: Çoğunluk Olarak Kamusallık
Eğer din ve dini gerekçeler kamusal veya kamusal olarak erişilebilir olmadıkları için kamusal alanın ve kamusal kara verme sürecinin dışında bırakılmalıdır deniyorsa, bu iddiada bulunanların cevaplaması gereken ilk sorulardan biri de kamusallığın ne olduğu sorusudur. Kamusal nedir, bir şeyin kamusal olup olmadığına nasıl karar veririz, kamusallık ölçütü olan sabit bir varlık mıdır, ölçeği olan bir spektrum mudur, ya var ya yok mudur, azalıp çoğalabilir mi?
Bu sorulara cevaben akla ilk gelen iki kıstastan bahsedebiliriz: demografik ölçüm ve gerekçelerin epistemolojik statüsü. Demografiklik kamusallığın daha ziyade sayılarla, istatistikle ilgili bir yorumuna ve kavramsallaştırmasına vurgu yaparken, epistemolojik kriter bir önceki yazıda bahsettiğim erişilebilirlik meselesinin bilgiyle olan ilişkisine dairdir. Demografik ölçütü basit bir şekilde kamusallığın istatistiklerle belirlenmesi veya ölçülmesi olarak düşünebiliriz. Mesela, kamunun – artık kimlerden oluşuyorsa – ne kadar büyük bir kısmı bir “şeyi” paylaşıyorsa o şey o kadar kamusaldır. Buna göre, toplumun yüzde doksanın desteklediği bir karar yüzde ikisinin desteklediği bir karardan daha kamusaldır. Benzer şekilde, kamunun büyük çoğunluğunun normalleştirdiği bir fikir, akıl yürütme şekli veya inanç kamusal aklın bir parçası haline gelmiştir ve karar verme süreçlerinde meşru bir kaynak ve gerekçe olarak kabul edilebilir. Eğer dine karşı çıkanlar kamusallığı bu şekilde, yani kamunun çoğunluğuyla, sayılarla paralel bir şekilde tanımlıyor ve ölçüyorlarsa kendileriyle çelişiyorlar demektir. Zira kamu anlamına gelen çoğunlukla ne din ne laiklik ne de başka bir şey arasında mecburi bir ilişkiden söz edilemez. Çoğunluğun, dini olmayan yani laik gerekçeleri önerdiği ve kabul ettiği bir ortamda laiklik dini olandan daha kamusalken çoğunluğun, dini gerekçeleri ileri sürdüğü ortamlarda din laiklikten daha kamusal hale gelecektir. Hatta daha da ötesi, çoğunluğun laikliğe karşı çıktığı bir ortamda laiklik kamusallığını büyük ölçüde yitirecektir de. Dolayısıyla, kamu bunu istiyor veya istemiyor, meşru görüyor veya görmüyor şeklinde demografik bir kamusallık tanımı ve kıstası üzerinden ne laikliğin ne de dinin kendinde mündemiç bir kamusallığı olduğunu veya olmadığını iddia edebiliriz. Dindarların çoğunlukta olduğu bir toplumda din kamusal aklın doğal bir parçası iken laiklerin çoğunlukta olduğu bir toplumda laiklik kamusallığın ve kamusal aklın daha doğallaşmış bir parçası olacaktır. Tersten bir okumayla da din karşıtlarının sayısına paralel olarak din kamusallığını kaybederken, laiklik karşıtları arttıkça da laiklik kamusallığını kaybedecek ve belirlenen bir sınırdan sonra da kamusal olmaktan çıkacaklar ve dışlanacaklardır. Mesela kanunların inandıkları bir kutsal kitaba ve ona dayanan bir geleneğe göre düzenlenmesini talep eden insanların çoğunluğu oluşturduğu bir siyasal yapıda bu kutsal kitap ve gelenek onlara karşı çıkanların kaynaklarından (laik veya değil) daha kamusal bir gerekçe oluşturacaktır. Eğer bu çoğunluk, tıpkı kamusallık gerekçesiyle dinin ve dini gerekçelerin kısıtlanmasını talep edenler gibi laik gerekçelerin kısıtlanmasını da isterse laikliğin de kısıtlanması gerekecektir. Çünkü bu akıl yürütmeye göre laiklik kamusallığını yitirmiş olacaktır. Özetle, demografiye referansla yapılan bir kamusallık tanımıyla dini gerekçeleri sınırlamak ve yasaklamak çok ikna edici görünmediği gibi din kadar laikliğe de karşı kullanılabilecek bir argümana da dönüşmektedir.
Öte yandan, kamusallığın böyle bir demografik okumasına karşı başta çoğunluğun azınlığa tahakkümü ve çoğunlukçuluğun riskleri olmak üzere pek çok eleştiri gündeme getirilebilir. Çoğunluğun neye nasıl karar verebileceği konusunda sınırlar var mıdır? Çoğunluk sırf “canları istiyor” diye azınlığın bazı haklarına sınırlar getirebilir mi? Getirebilirse bu hangi haklarla sınırlıdır; yaşam hakkı, barınma hakkı, çalışma ve eğitim hakkı, seçme ve seçilme hakkı bu kapsamda oylanabilir mi? Canı istemenin sayısal olarak kamusallık anlamına da gelebileceğini düşünürsek – çoğunluğun canı istiyor şeklinde bir durum hayal edelim – canı istemek yeterli ve meşru bir gerekçe midir? Eğer değilse – ki bu durumda gerekçenin kamusallığı meşruiyeti anlamına gelmeyecektir – kamusal karar verme süreçlerinde meşruiyetin ölçüsü ne olacaktır? Bu sorular her ne kadar din ve laiklik tartışmasından bağımsız olarak demografiye-sayısallığa indirgenmiş bir kamusallık tanımlamasına karşı kullanılabilecek eleştiriler olsalar da dinin kamusal olmadığını ve sınırlandırılması gerektiğini ileri sürenler tarafından dine karşı ve laikliği savunmak adına ileri sürülen eleştirileri de örneklendirmektedir. Zira kamusallığı bu şekilde demografi üzerinden tanımlamayanlar epistemolojik erişilebilirlik ve nötrlük veya tarafsızlık konusunda dini olmayanın yani laik olanın daha üstün olduğunu, dolayısıyla da daha kamusal olduğunu iddia etmekte ve bu sebeple de referans noktasının laiklik olması gerektiğini ve bu özellikler bakımından laik olanın hiyerarşik açıdan altında olduğu için de dinin kısıtlanması gerektiğini öne sürmektedirler. Laik olan nötr, dolayısıyla da tarafsız ve ortak bir temel sağlarken, din kamuda kendisine inanmayanlar da olduğu için bu temeli sağlayamaz. Nitekim bu durum dinin epistemolojik olarak kamusallığını yitirmesine sebep olurken laikliğe bu bağlamda bir avantaj da oluşturmaktadır. Peki nasıl? Sonraki yazılarda da buna değinelim.