Kur’an Antropolojisinde İnsan: Zaafın Ontolojisi ve Tamamlanmaya Açık Varlık

Kur’an Antropolojisinde İnsan: Zaafın Ontolojisi ve Tamamlanmaya Açık Varlık

Kur’an-ı Kerim, insana tamamlanmış bir varlık gözüyle değil, tamamlanmaya açık bir imkân olarak bakar. İnsanın kıymeti, kusursuzluğunda değil; hatalarıyla yüzleşip onlardan anlam çıkarabilme yeteneğindedir. Her düşüş, bilincin bir katmanını daha açar. “İnsân” unutmaya eğilimlidir (kökü de oradan gelir der bazı dil bilimciler), zaafla kuşatılmıştır; ama unutmak onda hatırlamanın kapısını da aralar. Kur’an’da düşmek bir yenilgi değildir; aksine, bilincin uyanışıdır. İnsan, kendi eksikliğini fark ettiği ölçüde kemale yaklaşır; kırıldığı yerde sınırını tanır, o sınırın farkına vardığında ise yönünü yeniden Allah’a çevirir. Bu anlamda insan, kudretiyle değil merhametiyle, bilgisiyle değil hikmetiyle, arzularıyla değil emanet bilinciyle tanımlanır. Takvâ (ki üstünlüğün ontolojisi oradadır) onun varoluşsal farkındalığıdır; eylemlerini ilahî dengeye bağlayan içsel bir pusuladır. Allah insana doğruyu ve yanlışı gösterir, ama seçimi ona bırakır. Bu seçme hakkı, insanın onurudur. Çünkü Allah yalnızca güvenilen bir varlığa özgürlük verir. İnsan, seçimiyle hem sınanır hem yücelir; bu yücelik, ilahî güvenin bir sonucudur. Allah’ın insana güvenmesi, onu imtihan etmekten çok, onu muhatap almak demektir. İslâm düşüncesinde insan, ne sadece beden ne de sadece ruhtur; bütünlüklü bir varlıktır. Bu bütünlük, felsefî antropolojide Kant’tan itibaren geliştirilen “ontolojik bütünlük” anlayışıyla da örtüşür. Ancak İslâm geleneğinde, insanın ahlâkî otoritesi Allah’tandır; otonomi, “seçebilme gücü” anlamında kabul edilir, fakat değer koyma yetkisi insana değil Allah’a aittir. Allah’ın beni belirlemiyor olması, özgürlük dediğimiz şey bu…

İnsan, unutkanlığıyla beşer, ünsiyetiyle insan, emanetiyle halife, boyun eğişiyle kuldur. Unutkanlık, onun zaafıdır; fakat aynı zamanda hatırlamaya, yani tezekküre kapı açar. Ünsiyet, onun dünyevî yönüdür; ama bu yön, merhamet ve toplumsal sorumluluk üretirse, insanın yeryüzündeki varlığı anlam kazanır. Bu bakış, modern bireyciliğin “özerk insan” anlayışına kökten bir alternatif sunar: İnsan özgürdür, ama bağımlı bir özgürlük içindedir; çünkü yaratıcıyla ilişkisini kopardığı anda kendi anlamını da kaybeder. Kur’an’a göre Allah insana “doğruyu ve yanlışı gösterir” (eş-Şems 91/8) ama seçimi insana bırakır. Yani Allah, insanı itaate mecbur kılmamış, fakat sorumlulukla özgür yaratmıştır. Bu yüzden Kur’an, sürekli “dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” (el-Kehf 18/29) der. Bu cümle, insanın ahlâkî özerkliğini tanır ama onu ilâhî anlamdan kopuk bir bağımsızlığa bırakmaz. Allah, insana “yanlış yapma hakkını” bile verir — ama her seçimin sonuç doğuracağı uyarısını da ekler. Allah’ın insanı özgür bırakması, aslında insanın onurlandırılmasıdır. Çünkü yaratıcı, sadece güvenilen bir varlığa özgürlük verir. Bu yüzden insan, hem “halife”dir — yeryüzünde kendi kararlarını verir —hem de “kul”dur — o kararların hesabını vermeyi bilir. Özgürlük, Allah’tan kopmak değil; O’nun güvenine layık olmaya çalışmak demektir. Bu anlamda insanın özgürlüğü, bir “başıboşluk” değil, emanetin bilincine sahip olma hâlidir. Ancak bu özgürlük, mutlak bağımsızlık değildir. İnsanın iradesi, ilâhî iradenin alanında işler; bu yüzden özgürlük yaratıcıyla çatışan bir alan değil, O’nun güvenine dâhil olma alanıdır. Allah insana “ne yapacağını” değil, “nasıl bir insan olacağını” seçme imkânı vermiştir. Bu da özgürlüğü, salt eylem değil, ahlâkî yönelim meselesi haline getirir.

Kur’an’daki peygamber anlatıları da insanın zaaflarını bastırmak yerine, onları bilincin aynasında görünür kılar. Ki bu ayna biz onları okuduğumuzda ne kadar da insani hallerdir. Hz. Âdem merakına yenik düşer, yasaklanılana meyleder; ama bu düşüş insanlık bilincine doğuş olur. Hz. Nuh, oğluna olan sevgisinin aşırılığında merhametin sınırını öğrenir. Hz. İbrahim, yalnızlığında şüpheyle yüzleşir; onun imanı, kör teslimiyet değil, sorgulamayla kök salan bir sadakat olur. Hz. Yusuf, arzunun inceliklerinden geçer; Hz. Musa, öfkesinin sonucunda gücün adaletle nasıl dengelenmesi gerektiğini kavrar. Hz. Yunus, sabırsızlığının içinde yalnızlığını ve dua etmenin derin anlamını keşfeder. Hz. Eyyub, sabrın bile bir sınav olduğunu fark eder. Hz. Davud, hüküm verirken nefsini tanır. Ve Efendimiz (SAV), hüznün en derinini yaşar ama yine de direnir. Çünkü Kur’an’ın ideal insanı, kusurlarını gizlemeye çalışan değil, onlardan ahlâkî bir bilinç devşirebilen kişidir. Bu kıssalar, peygamberleri insanüstü varlıklar olarak değil, insan olmanın bütün yönlerini temsil eden aynalar olarak gösterir. Her biri, zaafla yüzleşmenin farklı bir biçimidir. Kur’an’da günah, sadece bir sapma değil; bir dönüş çağrısıdır. İnsan, düştüğü yerde Allah’ı hatırladığı ölçüde kemale yaklaşır. Ve Allah, “insanların çoğu iman etmeyecek” (Yusuf 103) ve “çoğu şirk koşarak inanır” (Yusuf 106) buyurmasına rağmen insanla konuşmayı sürdürür. Bu, ilahî adaletin yanında merhametin de olduğunu gösterir. Allah, insanın eksikliğini bilir; ama yine de ona güvenmekten vazgeçmez. Adalet, insanın eylemlerinin karşılığını verir; merhamet ise, onu hatasına rağmen muhatap almaya devam eder. Böylece özgürlük, kuru bir imtihan olmaktan çıkar, güvenin alanına dönüşür.

Kur’an’a göre insanın özgürlüğü, Allah’tan kopmak değil, O’nun güvenine layık olmaya çalışmaktır. Modern düşüncenin “özerk birey” anlayışının aksine, Kur’an’da özgürlük, başıboş bir bağımsızlık değil; anlamla bağ kurma yetisidir. İnsan tutkularına tâbi olduğunda köleleşir; yalnızca Allah’a yöneldiğinde özgürleşir. Gerçek özgürlük, arzuların değil hikmetin rehberliğinde yaşanan bir hâlidir. Kur’an’ın “emanet” vurgusu da bu bilinci taşır: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onlar yüklenmekten çekindiler; onu insan yüklendi” (Ahzâb 33/72). Bu ayet, insanın hem kırılganlığını hem de yüceliğini anlatır. Emanet, güç değil sorumluluktur; insan, yaratılışın efendisi değil, anlamın emanetçisidir. İnsan yalnızca Allah’a yönelen değil; insanlarla ilişkisinde de ahlâkı gerçekleştiren bir varlıktır. Çünkü ahlâk, soyut bir fikir değil, başkasıyla karşılaştığında görünür hâle gelen bir eylem biçimidir. Hz. Yunus’un kıssası bu anlamda her çağın insanına seslenir: Balığın karnındaki karanlık, bugünün insanına da tanıdık bir manzaradır — yalnızlık, tükenmişlik, yönünü kaybetmiş bir bilinç. O karanlıktan çıkış, yeniden bağ kurmanın, yeniden insanlaşmanın yoludur. Kur’an’ın ideal insanı münzevi bir bilge değildir; toplumla temas eder, ama iç dengesini korur. Yalnızlığını tefekküre, toplumu sorumluluğa dönüştürür. Merhamet onun için duygusal bir yumuşaklık değil, başkasının varlığına alan açabilme iradesidir.

Sonunda Kur’an’ın insan anlayışı, kusursuzluğu değil tamamlanmayı öne çıkarır. Allah, insanı kusurlarıyla birlikte sever; çünkü her kusur, bir hatırlama fırsatıdır. Hakikat, insanı mükemmel kılarak değil, eksik bırakarak terbiye eder. İnsan, düştüğü yerde değil; başkasını kaldırdığı yerde kemale erer. Ve belki de insanın yeryüzündeki en büyük onuru, Allah’ın ona hâlâ güveniyor oluşudur. Çünkü güven, insanın hem en büyük imtihanı hem de en derin onurudur. Allah insana seçme hakkı vererek onu imtihan değil, itimat konusu yapmıştır. İnsan, bu itimada sadık kaldıkça hem halife olur hem kul. Böylece özgürlük, başıboşluk değil; ilâhî güvene layık olma bilinciyle yaşama sanatıdır — insanın yeryüzündeki en derin sorumluluğu da budur.

 

Diğer Yazıları

Yorum Yaz