Sosyal ve Kültürel Sözleşme

Sosyal ve Kültürel Sözleşme

Toplumsal bir sözleşme, benzer güçte bir kültürel sözleşme olmadan gerçekleştirilemez. Toplumlar arasında, dini ve siyasi uzlaşının üzerinde olan ve dini, mezhepsel, dilsel, etnik ve siyasi çelişkilerle yüzleşen ve bunların şiddetini azaltan bir uzlaşı vardır. Toplum için bir tür bütünlük ölçüsü sağlar. Toplumsal örgütlenme temeline ve zaman içinde istikrar kazanmış bir kültürel geleneğe dayanan bir mutabakattır.

Entelektüel, siyasi ve ideolojik olarak aynı fikirde olmayabiliriz, ancak diyalogdan kaçınmaz ve iyi komşuluk ilkesini kutsarsak, keskin çelişkilerimizi hafifletebiliriz. Peki, Çin gibi dinin yüce bir referans olmadığı bir ülkede toplumsal sözleşme fikri nasıl ilerler? Demek ki toplumsal örgütlenme ilkesinin kutsallaştırılması büyük boşlukları dolduruyor gibi görünüyor.

Babalara, dedelere ve ölülere duyulan saygı, modernist felsefi tartışmalara girmeden, bu paradigmada geçmişten bir kopuş olduğunu söylememek için yeterlidir. Toplumların, sınırlarını ve kapsamını bilmediğimiz kamusal özgürlükten daha iyi olan genel bir geleneği vardır.

Rousseau bir toplumsal sözleşme vizyonu önermektedir ancak bu, siyasi tasavvurun üstündedir. Ben bu bakış açısına katılmıyorum çünkü bir yandan toplumlar içinde “örgütlenme” düşüncesine dayanan sosyal ve kültürel bir çözüme dayalı bir sözleşmeyi benimsiyorum, diğer yandan da insanların sadece siyasi yükümlülükleri olmadığı için sosyal yükümlülükleri genellikle daha üstündür.

Rousseau, bireyin toplumun kısıtlamalarından ve yükümlülüklerinden özgürleşmesine aşıktı. Ancak ben, toplumsal ve kültürel sözleşmenin matematiksel biçimiyle eşitliğe değil, hiyerarşi gerçeğine dayandığı, iktidarın da katkısıyla toplum içinde sağlam bir örgütlenme yaratmayı öneriyorum.

Sosyal ve kültürel bir sözleşme dahilindeki özgürlük, bütünün bir parçasıdır ve kamusal örgütlenme ile sınırlıdır. Dolayısıyla, toplumsal sözleşmenin ihlali ya da çiğnenmesi, ahlaki açıdan bireylere kültürel kaos ya da toplumsal örgütlenme ilkesine karşı isyan etme hakkı vermemelidir.

Sosyal ve kültürel sözleşme insanların birbirlerini kabul etmelerini gerektirir. Bununla birlikte kabul edilebilirlik düşüncesi de görecelidir, uyum yaratmak için pratik ya da yeterli değildir. Ancak toplumlar, zaman içinde üzerinde mutabık kalınan ritüeller ve geleneklerle uyum içindedir ve bu uyum çoğu zaman yasalarla aynı seviyede olabilir.

Yine hakkaniyet olarak adalet teorisyeni John Rawls’un toplumsal örgütlenme düşüncesini ideal olarak görmesine de katılmıyorum. Onun tasavvuru siyasi bir tasavvur iken benim tasavvurum sosyal ve kültürel niteliklidir. Toplumlar sosyal kavramları kabul eder ve bunları siyasi kavramları kabule kıyasla daha fazla özümser. Siyasi sözleşmenin sürdüremeyeceği kaos anlarında disiplinli bir toplumsal davranış ve örgütlenmemizi koruyabilir.

Rousseau’nun mutlak bireysel özgürlük anlayışı gerçekçi değildir, çünkü bireyler her zaman ya katı bir sosyal davranış sistemine ya da otoriteye tabidir. Paradoksal olarak, liberalizm gibi özgürlüğü savunan en iyi teoriler ve felsefeler de saygı görmek ve insanlar arasında ortak bir inanç olarak yerleşmek için baskıcı bir otoriter aygıta ihtiyaç duyar.

Rousseau, bir tarafın emrettiği, diğer tarafın itaat ettiği bir sözleşmeyi tuhaf görür. Rousseau’dan farklı olarak itaat, toplumun üyeleri arasında yatay olduğu gibi, iktidar açısından da dikeydir. Rousseau’nun tasavvur ettiği şekliyle özgürlük bir sorun, “korkunç bir şey” ya da “vahşi bir özgürlük” olarak kalacaktır, çünkü bu anlamda Immanuel Kant’ın gördüğü gibi bir ahlak ilkesi olamaz. Ben sadece Kant’a şu sözünde katılabilirim: “eğer uyum istiyorsak eylemlerimiz organize olmalıdır.”

Hepimizin birbirimize boyun eğmemizin temeli, toplumsal örgütlenme ilkesine dayalı davranışlardır. Bireysel ahlak ise kalplerimizin içindedir, ancak düzenli davranış dışarıdadır, toplumdadır.

O halde eylem alanı tek bir devlet çerçevesinde sınırlı olmayan başka tür kültürel sözleşmeler ortaya çıkmalıdır. Aksine, bu yerel sosyal ve kültürel sözleşmelerin ötesine geçerek İslam alemini kapsayacak şekilde genişlemelidir. Bu, devletlerin siyasi iradesine bağlı olmayıp toplumların ve onların entelektüel ve bilimsel elitlerinin elindedir.

Ancak toplumsal sözleşme düşüncesi, adalet sorununa tüm yönleriyle cevap vermeyecektir. Kültürel bir sözleşme yoluyla başka bir çözüme ihtiyacımız var. Zira adalet ilkesi çok yönlüdür; servetler farklı nedenlerle farklı şekillerde dağıtılır ve hakim kültürel, sosyal ve dini yapıya bağlı olarak farklı ölçülere dayanır. 6’yı 3’e böldüğümüzde 2 elde ederiz. Aynı şekilde 10 sayısını 5’e böldüğümüzde de, sayılar ve konumları arasındaki farklara rağmen 2 sonucuna ulaşırız. Ancak 6/3 ve 10/5 sayıları orantılıdır.

İbn Teymiyye’ye göre devletin temel özelliği adalettir, dini değil. Bu nedenle Allah, kâfir bile olsa adil bir devlete zafer verir. “Adalet/kâfirlik” formülü farklı durumlara rağmen zafere eşit olabilir.

Makul ile rasyonel arasında bir fark olduğu konusunda Rawls’a katılıyorum. Toplumlar kendilerine göre etik olan makul olanla daha kolay ilgilenir ve onu soyut teorik bir karaktere sahip olan genel bir ilke veya kavram olarak rasyonaliteden daha fazla anlar. Bazı seçkinler, kendilerini hiyerarşinin ve gücün tepesine yerleştirmek açısından rasyonel fikirler veya yasalar önerdiklerinde, toplumlar bunları mantıksız olarak gördükleri için reddedebilirler.

Rawls’a göre insanlar kendilerini, otoritenin ve kurumlarının en iyi ve en uygun olana ilişkin kendi görüşlerini benimsemeleri yönündeki taleplerinin asıl kaynağı olarak görürler. Taleplerini, siyasi kavram ve görevlerden türetilmeksizin, inanç ve ahlaktan türetilen kendi ağırlıklarına sahip olarak görürler. Fikirler, ne kadar merkezi ve güçlü olurlarsa olsunlar, yalnızca kendi rasyonellikleri nedeniyle haklı gösterilemezler.

Bu, bazı elitlerin miras sisteminin değiştirilmesini rasyonel, toplumların ise ahlaki açıdan mantıksız bulduğu önerilere benzemektedir. Bu ayrımla birlikte, ahlaki açıdan makul olmayı arzulayan insanlara soyut bir rasyonalite dayatmak zorlaşmaktadır. Bunun yerine, günlük eylemlerinde ve nesneleri, insanları ve duyguları tanımlarken neyin kabul edilebilir olduğunu ifade etmek için “makul” kelimesini kullanır.

İslam’daki miras sistemine gelince, bu, din ve sosyal kültür tarafından düzenlenen kamusal ulusal servet yapısının bir parçası olarak görülmeli ve tüm insanların bilge olduğu bir krallıkta gücün adalet ilkesine göre eşit olarak dağıtılması olarak görülmelidir, çünkü sahip oldukları ve zevk aldıkları bilgelik göz önüne alındığında, onlar için güç gerekli değildir.

Eşitsizlik, biz reddetsek bile toplumların işleyişini düzenler. Ancak, zihinsel yeterlilik ve yeteneklere göre pozisyon ve işlerin üstlenilmesi söz konusu olduğunda, kamu yararına hizmet ettiği için bir şekilde var olmalarının gerekliliğine olan inancımız kaçınılmazdır.

Eşitlik sosyal organizasyon / toplumsal örgütlenme teorisinin temel taşlarından biridir, ancak bazen bir şeyi başka yollarla elde etmek mümkünken bir şekilde elde etmek isteyenler için bir tür tiranlık olabilir. Eşitliğe “ihtiyaç” kriterini eklediğimizde daha iyi bir durum elde ederiz. Eşitlik ilkesine ilişkin ahlaki analizimiz her zaman yardımcı olmayacaktır. Ancak, eşitliği gerektiği gibi analiz edebiliriz ve bu bize büyük yarar sağlayacaktır.

Eşitlik genellikle bir alanda sağlanırken, başka bir alanda eşitsizliği de beraberinde getirir. Eşitlik vardır, bazı yetkin ama ahlaktan yoksun kişilikler bundan yararlanır. Kâr elde eder ama sağlık ve mutluluğu yitirir. Ya da eşitlik vardır ama özgürlük yoktur ya da eşitlik vardır ama yetenek yoktur.

Miras gibi belirli bir durumda eşitliğin gerekli olup olmadığını anlayabilmek için iki yol izlemeliyiz: ya bir çok devlet açısından aynı durumdaki uygulamalarının sonuçlarına ve toplumsal istikrarı ne ölçüde sağladıklarına bakmalıyız, ya da incelediğimiz durumda eşitliğin ne ölçüde geliştiğini analiz etmeliyiz.

Bu düşünceden hareketle, kadın ve erkek arasındaki miras eşitliğinin doğrudan ekonomik kalkınma ve büyümenin nedenlerinden biri olmadığı gibi, sosyal, siyasi ve kültürel güvenliğin sürdürülmesinin bağlı olduğu nedenlerden biri de olmadığını söyleyebiliriz. Payların dağıtımı yoluyla eşitlik, hakkaniyet ilkesi yoluyla eşitlik ilkesine şiddetle saldırmaktadır.

Diğer Yazıları

İmkansız Olmayan Devlet

İmkansız Olmayan Devlet

  • 13.09.2024 / 17:42
Bölgede Bir Ana Akıma Doğru

Bölgede Bir Ana Akıma Doğru

  • 25.08.2024 / 13:50
Faslılar, Din ve Devlet

Faslılar, Din ve Devlet

  • 31.07.2024 / 15:52

Yorum Yaz