Akıl İslamı mı, İslam Aklı mı?

Akıl İslamı mı, İslam Aklı mı?

"-Müminin Artığı Mümine Şifadır..."

Bireyselleşmeyi ve sekülerleşmeyi yerleşik hale getiren asıl etken, gündelik hayatın düşünme ve davranma kodlarındaki basit gibi görünen devasa değişimlerdir.

Misal:"-Müslümanın artığı şifadır..." düsturunu gelişen modern hijyen anlayışı ile değistirince müslüman bireylerin birbirleri ile mesafelerini artıran, birbirlerini öteki olarak görme reflekslerini azdıran bir tüketim çılgınlığının nasıl güç kazandığı görülebilir.

Ortak tabaklara kaşık sallayan, aynı bardaktan su içen, bu yüzden birbirleri ile kardeşlik bağları pekişen topluluklar artık birbirlerine potansiyel mikrop, virüs ya da kabaca pislik gözüyle bakıyor.

Artık sofralarda çorba, salata, yemek, şerbet kaseleri ve tabakları ayrı ayrı...biriken dağ gibi bulaşık materyalini temizlesin diye deterjan endüstrisini, züccaciye sektörünü besleyecek bir tüketim çılgınlığı var.

Oysa "-Müminin artığı mümine şifaydı..." şimdi bu itikada sahip olmayan, birbirlerinden kopuk bir iletişimsizlik hakim Müslümanlarda...Peşi sıra bunu izleyen ruh hastalıkları, bencillik artıyor v.s... Acaba bu hadisteki şifa ile kasıt, ayette belirtildiği şekliyle "kurşunla kaynatılmış bir topluluk olmak" için biraz da birlikte aynı tabağa kaşık sallamak, aynı bardaktan su icmek miydi? Bu itikat zayıfladığından beri tek kullanımlık bardaklar, "kullan at..."tarzı tabaklar ve pet şişelerin hakimiyeti güçlendi... Uzun süreli bağlar iletişimler azaldı...artan tek şey hastalıklarımız.

Erich Fromm'un "Sağlıklı Toplum" ya da Ivan Illich'in "Sağlığın Gaspı" adlı kitaplarından mülhem bir toplumun nasıl hastalıklı hale getirilebileceğini, üstelik bunun profesyoneller eliyle nasıl yapılabileceğini hatırlatan bir süreç

Bu sürecin tüm dinamikleri dikkatle bir bilgi arkeolojisine tabi tutulduğunda Foucaould' daki “Modern iktidarın söylemsel düzeni”nin nasıl inşa edildiğine ve işleyişine dair açık işaretler de görülür ki bu, modernizm denilen sürecin miladının Yeni dünyanın kuruluş adımlarına kadar geriye götürülebilecek bir yönü de var.

Burada bu süreci büyük bir maharetle yöneten bir kültür endüstrisi var ve bu endüstri nedeniyle farkında olsak da olmasak da katkı yapmak zorunda bırakıldığımız bir süreç yaşıyoruz. Bir kez bu sürece teslim olduğumuzda artık bizi esir alıyor ve itikatlarımız gelenek göreneklerimiz buna engel olamıyor.

Modernizmin zihniyet dünyasının farkına varmadığımız hakimiyetinin iliklerimize gündelik hayat alışkanlıklarımıza ve düşünce, davranış kodlarımıza sirayeti işte böyle gizlidir... Günden güne hastalıklarımızı artırarak hükmünü icra ediyor...Oysa ki başta ve ortada söylediğimizi sonda da tekrarlamakta fayda var: "Müminin artığı mümine şifadır..."

NOT: Bu yazı, sevgili dostum Servet Kızılay’ın uzun zamandır bir çok platformda dillendirdiği; dünyanın düz bir tepsi biçiminde olduğuna ve dönmediğine dair iddialarına destek için kaleme alınmıştır.

DİNİ TELAŞLA ANLAMA KOMPLEKSİNİN BİR BAŞKA ÖRNEĞİ 

"-Tekbir yangını söndürür..."

“Mü’minin artığı Mü’mine şifadır…” hadisi gibi aceleyle telaşla karşılanan ve genellikle rasyonel aklın akıl İslam’ı müptelalarınca hemen linçlenen ve  reddedilen bir başka hadis de Cübbeli'nin geçenlerde dile getirdiği "-tekbir yangını söndürür..." hadisiydi. Cübbeli’nin bu hadisi tweetlemesi sonrası uğradığı linç hem çok asimetrikti hem de bu tavır ve tepkiler çok ilginçti. En çok da bizim mahallelerde...Cübbeli’nin son güvenilirlik tarihinin üzerinden ne kadar süre geçti? Bu yazının konusu olmamakla beraber buradaki asıl sorun bu değil asıl sorun, artık neredeyse hiç kimsenin, bu söze (hadise) rağmen tekbirin yangın söndürücü gücüne inanmıyor olmasıdır...

Kiramen Katibin’i çoktan terk eden, sağ sol melekten bihaber yaşamayı din addedenler en başta... Bu durum,sekülerleşmenin iliklerimizin neresine kadar sirayet edebildiğinin de bir işaretidir aynı zamanda. Sorun hadislerin sıhhati ile ilgili değil aslında. Hadislere hatta Kur’an ayetlerine çoğu zaman akıl İslam’ı veçhesinden bakmaya alışmış modernist, rasyonel aklın yaklaşım tarzında, tepkisel tavrından kaynaklanıyor. Bir çırpıda usül esas demeden bir çırpıda hadisi reddeden aceleci kompleksli aklın izleri var burada.

Herkesi almış bir telaş...Hadisi nasıl uydurma gösteririz diye...Bazılarında telaş bile yok...Hadisi direk reddediyor...Seküler mahallede kaybolan prestiji kurtarma telaşı ile...

Hadis sahih veya değil, önemli olan bu değil asıl önemli olan bizim mahalleyi esir alan ve bu telaşımızı besleyen kompleksimiz...bu, çok daha büyük bir sorun...

Eskiden yangını duyurmak için iletişim araçları pek gelişkin olmadığından yangını duyurmak için var gücüyle insanlar tekbir getirsinler diyedir bu hadis şeklinde bir izahat var. Oldukça makul gibi duruyor ve görünüyor. İkna edici de… Bize böyle öğretildi o Hadisi Şerif deniliyor...

Fakat bu açıklama fazlasıyla rasyonellestirme telaşından kaynaklı gibi duruyor...Yahu mübarekler, "-tekbir ateşi söndürür'..." e koşulsuz inanılamaz mı?

Moderen bilincimiz tam bir yarılma yaşıyor bu garip zamanlarda...Şizofrenik olduk...

Oysa, kuyuya düşen çocuk (Yusuf) niçin ölmesin? Diye soruyoruz... İbrahim'i yakmayan ateşi unutarak...

İnanarak Allahu ekber diyeceksin...İşin sırrı orada...Yarım moderen, seküler, rasyonel ve de kompleksli bir ağızla söylersen tabi ki etkisi olmaz...

Yağmur dualarımızı bile gizli saklı yapıyoruz artık...Suçlu gibi...Utana sıkıla...Görenler ne der? kompleksiyle...

Sıkıysa bu pandemi ortamında "bulaşıcılık yoktur..." hadisini dillendir...70 çeşit reddiye yazdıkları yetmezmiş gibi sosyal medyada maymuna çevirirler...

En başta, kaleyi çoktan sekülerizme, modernizme, rasyonaliteye, protestanlığa teslim etmiş mealci çevrelerinde linç başlar...

Yerli Protestan rahiplerimizin "-İndirilmiş uydurulmuş din de şu var..." şeklindeki vaazları sarar etrafınızı...

Buraya bir de duruma uygun/yakın bir fıkra koyalım:

Aklıma geldi, paylaşayım dedim. Aslı, kilise üzerinden...

“Kasabanın birinde, yol üzerinde, köşe başında çok güzel bir cami varmış.

Caminin tam karşısında da iki katlı bir bina,

Binayı kiralayan adam, binanın alt katına bir meyhane, üst katına da pavyon açmak üzere hazırlıklara başlamış.

Caminin imamı buna şiddetle karşı çıkmış ama açılışı bir türlü önleyememiş.

Yapabildiği tek şey; bu yerin yıkılması ve helak olması için gece gündüz dua etmek olmuş.

Meyhanenin açıldığı gün, gece vakti; şiddetli bir şekilde yağmur yağmaya, fırtınalar kopmaya başlamış ve düşen bir yıldırım sonucu, bina yanarak yerle bir olmuş.

İmam ve cemaat, bu olaydan duydukları memnuniyeti saklamamışlar.

Meyhaneci ise; bu olaydan ötürü imam ve cemaatin yaptıkları dua ve ibadet nedeni ile sorumlu olduğunu ileri sürerek, uğradığı zararı karşılamak için onlara karşı tazminat davası açmış.

İmam, verdiği cevap dilekçesinde, bu işlerin dua ile bir ilgisi olamadığı yolunda savunma yapar.

Yargılama aşamasında, bütün deliller getirilmiş, tanıklar dinlenmiş, nihayet duruşma günü gelmiş.

Hâkim dosyayı açmış ve taraflara dönerek:

Bütün dosyayı dikkatle inceledim, ortada tuhaf bir durum var, nasıl karar vereceğimi bilemiyorum;

“Davanın taraflarından birisi, duanın gücüne inanan bir meyhaneci;

Diğeri ise yaptığı duanın gücüne inanmayan bir imam” demiş…

Sanki bizim mahallede, ahvalimizi anlatan son durum fıkradaki bu garabet gibi galiba.

Diğer Yazıları

Yorum Yaz