Babamın Köstekli Saati…

  • 06.05.2025 15:44
Babamın Köstekli Saati…

Annem, bir ara bende misafirdi. Misafir olduğu o günlerden birinde, özel eşyalarımı düzenlerken, babamın köstekli saati çarptı gözüme. Kaç zamandır yazmayı düşlediğim metin için de, saatle ilgili kimi özel bilgileri edinmek için bu ânın kaçırılmayacak bir fırsat olduğu da, aynı anda parlıyor zihnimde. Koşup anneme göstermek istiyorum saati, ama bir yandan da annemin rahmetli babamla ilgili hatıralarını ayağa kaldırmak istemiyorum. Hele bir de buna saatin, bana varıncaya kadar verdiği savaşlardan aldığı hasarlar da eklenince, coşku yerini yavaşça tereddüde bırakmaya başlıyor. Metnin yazılma sürecinde öğrendiğim kadarıyla babamın köstekli saati, büyük ağabeyim, onun büyük kızı ve küçük kız kardeşime uğruyor. Aynı evde yaşıyor olmaları dolayısıyla yeğenime babasından nasıl geçtiğini az çok tahmin edebiliyorum ama yeğenimden, küçük kız kardeşime nasıl geçtiği konusunda en azından şimdilik bir fikrim yok. Henüz açıklığa kavuşmamış tarafları olan bu güzergahtan bana ulaşan saatin köstek ve kapağı kayıp, büyük ve küçük yelkovanları yerinden çıkmış ve tahmin edileceği üzere artık çalışmıyor. Saati, bu haliyle anneme göstermem kötü bir fikir olabilirdi ama yine de gösterdim.

Annem, elinde uzun uzun gezdirdikten sonra ve bakışlarını ondan ayırmadan, bu saatin babama, ben doğmadan kısa bir zaman, üç ay belki de üç yıl evvel, yeğeni tarafından hediye edildiğini söylüyor. Ama hemen ekliyor, “abin daha iyi bilir, istersen bir de ona sor”. Az sonra, telefonun diğer ucunda, abim, farklı bir bilgi ve tarih veriyor, bin dokuz yüz seksen başlarında satın aldı diyor ve muhtemelen doğrusu da budur. Çünkü annem mütereddit, abim ayrıntılara hâkim. Nihayetinde rivayet muhtelif, ama benim çocuk hafızamda sağlam işlenmiş bir hâlde yer ediniyor, babamın köstekli saati..

                                                        

Resim bir: Babamın köstekli saati

 

BİR. Öncelikle saatin (ve hassaten bu modelinin) özelliklerini, ne zaman kullanılmaya başlandığını, kimler tarafından nasıl kullanıldığını, ama daha çok da onu tekrar işler hâle getirmek için bu işten anlayan birilerini bulmak umuduyla, bilge google’a bir danışayım diyorum. Aslında hem çok şey, hem de çok az şey çıkıyor karşıma. Yeni modellerden antikalarına kadar, çok sayıda satış sitesinin yanında, çok az sayıda site köstekli saat hakkında bilgi sunuyor. Çoğunluk, bir hazinenin talanı gibi, ya lanetine uğramadan elinden çıkarma, ya da yeni/yeniden uyanan bu pazarda yer edinme çabasında. Köstekli cep saatine dair tarih yazımına ilişkin matbu veya elektronik ciddi herhangi bir şey bulmak ise, neredeyse imkânsız ya da ben göremedim. Ama her ne olursa olsun, cep saatlerine yönelik düşünsel/akademik bir ilginin esamisi okunmuyor da olsa, tabandan bir ilgi yoğunlaşması gözle görülür bir biçimde artmış durumda. Bahsi geçen ve yine çoğu hatıra yoğunluklu bu çok az siteden birinde, ilginç bilgilere rastlıyorum. Blogdan, mesela, babamın saatine benzer ilk saatlerin on beşinci yüzyıla kadar geriye gittiğini, İtalyan saatçi Bartholomew Manfredi’nin, bin dört yüz altmış iki yılında, Manta Markisi’ne, Modena Dükü’nünkinden çok daha güzel bir cep saati yapmayı önerdiği mektubun, cep saatine ilişkin en eski belge olarak kabul edildiğini öğreniyorum. Hatta bloğun aktardığına göre, bu ilk saatleri kullananlar arasında, Şeyh Dede’nin de adı geçiyor. 

Ancak zamanın önemli zanaatkârlarından demir ustaları tarafından çelikten imal edilen bu ilk saatler, tahmin edileceği üzere çok ağırdırlar ve her ne kadar rağbet görseler de, herkesin kullanımına ve de konumuna elverişli değildirler. Dolayısıyla çelikten imal edilmiş bu ilk cep saatleri, daha çok, toplumun üst katmanlarını işgal edenlerin sahip olup kullanabileceği bir aksesuar olarak kalmış gibi görünüyor. On altıncı yüzyıldan itibaren, başta İtalya, Almanya, İngiltere olmak üzere, Avrupa’nın birçok ülkesinde, zanaatkârlar, bu saatlerin imalatında artık çelik yerine, altın ve gümüş kullanmaya başlıyorlar. Mesela, hâlen Philadelphia Memorial Hall’da muhafaza edilmekte olan ve kapalı hâldeyken yumurtaya benzediği için "Nürenberg Yumurtası" olarak adlandırılan cep saatinin, bin beş yüz dokuz yılında Nürenberg`li Alman saatçi Peter Henlein tarafından bu yeni teknoloji ile imal edildiği görülüyor. Çelik yay yerine domuz kılı kullanılan bu saatin çok daha hafif olacağını da tahmin etmek güç olmasa gerek. 

 

Resim iki: Nürenberg Yumurtası

 

Bu devrin saat teknolojisine dair, Kudret Emiroğlu da, Gündelik Hayatımızın Tarihi’nde, ilk saat üretim merkezlerinin Nurnberg ve Augsburg ile Paris ve Blois olduğunu, İsviçre’nin Huguenot işçiliğinden yararlandığını, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda İngiltere’nin saat üretiminde üstünlük sağladığını, Fransa’nın ise, kutu tasarımı ve süslü saatlerle ayrıcalıklı bir yer edindiğini, on dokuzuncu yüzyılda Cenevre ve Jura'daki Chaux-les-Fonds'da saat endüstrilerinin yüksek kaliteli, makineyle yapılmış saatleriyle dünya çapında ün kazandığını anlatır. Bu yüzyılda saat teknolojisinde pek çok gelişmenin  yaşandığı görülmekle birlikte, sanayi devriminin demiryolu yapımına hızlıca evrilmesi, “zaman” mefhumunu da hayati bir evreye taşımış görünüyor. 

Nitekim postmodernite ile ilgili tartışmaların en temel temalarından biri olan zaman-mekân meselesinin, ister Harvey’in zaman-mekân sıkışması, isterse Giddens’in zaman-mekân ayrılması olarak kavrayalım, nihaî itibariyle burada köklendiğini söylemek mümkün. İnsanlık tarihinde belki de ilk kez, mekân, zaman karşısında bu kadar aciz kalmaya başlamıştır. Bugün “ağ teorileri”nin de yaslandığı ana argüman, mekânsal farklılıkların/uzaklıkların eşzamanlı bir soyut âlemde anlamsızlaşmış olduğu şeklindedir. Bunun bile, devrimin başlangıç noktası hakkında bize çok şey söylediği aşikar. İşte böylesi bir sürecin başlamasıyla beraber, hiç kuşkusuz “saat” de, “zaman”a hükmedenlerin tabi olacağı ve herkesin yerellik zamanlarını uhdesinde sabitleyen (ya da tekelleştiren mi demeliydik) aygıt olarak, daha çok ehemmiyet kesbedecektir. Hem zamanın önemli hâle gelişi, hem de bu önemin arkasındaki ana saik olarak teknolojinin gelişmesi, saati cebe sığacak ve çokça bulunulabilir kılacak bir vasatı da doğurmuştur. Böylece cep saatlerinin, öncelikle “demiryolu çalışanları” arasında olmak üzere, onunla yolu kesişen ve imkânı olan herkes arasında yaygınlık kazanmaya başladığı söylenebilir. Artık orta ve alt sınıfların da kullandığı bir obje hâline gelen cep saatleri, bu nedenle, "demiryolu" ile özdeşleşmiş sayılır. Gerçi bu özdeşlik, sadece merkezinde demiryolunun olduğu bir hayatın dizaynını üstlenmesi ile açıklanamaz. Onun demiryolu üzerinde bıraktığı iz kadar, hatta simgesel olarak daha fazlasını, bizzat “lokomotif” simgesini üzerinde taşıyan saatin kendisidir. 

 

 

Resim üç: Lokomotifli/Şimendiferli köstekli saat

 

İKİ. Köstekli cep saatinin bizde kullanımının yaygınlaşması da yine “demiryolu” üzerinden gerçekleşmiş görünüyor. Cep saatine dair bilgi/kültür sunan bahsi geçen ender sitelerden başka birinde de, bu ilişki güzel bir yerden kurulmuş gibi. Sitede de anlatıldığı üzere, bin dokuz yüz yirmili ve bin dokuz yüz kırklı yıllarda, henüz karayolları ağı da çok gelişkin değilken, tren o günkü koşullarda ulaşım araçları içerisinde doğal olarak çok önemli bir yere sahiptir. Zamanın kamusal mekânları arasında bir hiyerarşi kurulacak olsa, herhâlde “istasyon” ilk sıralara yerleşir, ve tabii ki istasyon şefleri de bu hiyerarşinin en görünür aktörleri olarak yerlerini alır. Devlet Demiryolları, trenlerin zamanında kalkması ve tarifeye uyulmasına gösterdiği özenin bir işareti olarak belki de, birkaç önemli İsviçre saat firması ile anlaşarak istasyon şeflerine verilmek üzere, arkası Şimendifer (lokomotif) resimli ve TCDD (zamanın telaffuzu ile, Te Cim Dal Dal) amblemli cep saatleri yapılmasını kararlaştırır. O zamanlar çok az kişide köstekli cep saati vardır, bu nedenle âdeta bir statü göstergesidir. Gömleğin üstüne giyilen yeleklerin cebinden köstekleri sarkan saatler, onu taşıyanların, işlerini randevu ile planlayan önemli kişiler olduğuna delâlet eder. Nitekim istasyon şefi de, bir eliyle şimendiferli saatini kösteğinden tutup çıkardığında ve diğer eliyle düdüğü ağzına götürüp çaldığında, zamana ve harekete hükmeden otorite olarak tecessüm eder. İşte zamanın en heybetli ve prestijli ulaşım aracı olan koca trenlerin hareket emrinin, eşliğinde verildiği köstekli saatler de bu otorite ile özdeşleşir hâle gelir, ve ünü halk arasında hızla yayılır. Böylece saatlerin arka kapağındaki şimendifer resimleri de, saatin prestijinin yanı sıra, âdeta bir kalite belgesi gibi işlev görmeye başlar. 

Şimendiferli bu saatlere örnek verilecek olursa, Zenith, Omega, Tissot, Cortebert, Vetur, Nacar, Singer, Golana, Hislon ve Serkisof gibi markalar sayılabilir. Bir Rus markası olan Serkisof hariç, diğerlerinin hepsinin İsviçre imalatı olduğu da eklenmelidir. Ününe binaen, Serkisof ile ilgili bir detay daha vermek gerekirse, Ural Dağları'nın eteklerindeki Chelyabinsk kentindeki Molnija Saat Fabrikası'nda üretildiği, bu bölgenin el becerileri ile ünlü sanatkârlara ev sahipliği yaptığı ve Rus Çarlarının on dokuzuncu yüzyılda birçok el sanatları ustasını Kremlin'e buradan götürdüğü eklenebilir. 

Her ne kadar köstekli cep saatlerinin en gözdeleri Zenith ve Omega gibi markalar olsa da, halk arasında en çok bilineni, fiyatı da daha ucuz olan Serkisof’tur. Mehmet Aycı ağabeyin, “Serkisof Ahbabım Olur” kitabı, bu “halk” ile ilişkili olma hâline işaret olabilirken; Süleyman Demirel’in, iki bin yedideki malum “cumhurbaşkanlığı krizi”ne kendini refere ederken kullandığı “kafam Zenith gibi” ifadesi ise, bu markanın uzun kullanımına karşın hatasız çalışmasına vurgu olarak sayılabilir. Halk arasındaki yaygınlık göz önünde bulundurulduğunda, şimdilerde en çok bilinen marka Serkisof olsa da, aslında demiryolları personelinin hiyerarşik yapısına bağlı olarak, personele, zaman içerisinde çok farklı marka ve kalitede saatler dağıtıldığı biliniyor. 

Bahsi geçen sitelerden birinin aktardığına göre, verilen bu saatler, personel tarafından görev süresince kullanılmış, emekli olduklarında da kendilerine hediye edilmiştir. Fakat yakın zamanda kendisine misafir olduğum bir demiryolu işçisi, kendisine verilen herhangi bir saatin olmadığını, sadece emekli olanlara, emeklilik hediyesi olarak takdim edildiğini anlatınca, meselenin başka türlü olabileceği ihtimali de doğmuş oldu. Sanırım her iki anlatım da doğru görünüyor. Zira iki bin altı yılına ait bir gazete haberi, “Serkisof efsanesi geri dönüyor” başlığıyla veriliyordu. Habere göre, “TCDD Genel Müdürlüğü, 100 yıldan fazla süredir emeklilerine verdiği köstekli ‘Serkisof’ saatlerini, uzun bir aradan sonra yeniden vermeye başlıyor”. Haberden anlaşıldığı kadarıyla, bin dokuz yüz doksan dört yılından itibaren tasarruf tedbirleri nedeniyle vazgeçilen uygulamaya, kuruluşunun yüz ellinci yılı münasebetiyle yeniden başlanıyor ve TCDD, emekli olan personeline köstekli Serkisof saati hediye etmek üzere, Rusya’ya bin yüz adet sipariş veriyor. Dolayısıyla bu ikinci dönemle birlikte, muvazzaflara değil, sadece emeklilere köstekli saat hediye edilmeye başlandığını, ama yeni uygulamanın, herkesi “halk” katmanına yerleştirdiğini söyleyebiliriz. Gerçi artık saatin kalitesinin önceleneceği bir vasatın kalmadığı, köstekli saatin kendisinin bir sembolik değer olduğu da düşünülebilir. 

ÜÇ. Sanırım köstekli saate ilişkin ilk temasım, onun henüz sembolik değere indirgenmediği zamanlara rastlıyor. Seksenlere dağılan çocukluğumun köstekli saat hatıraları da, birçok kişininkiyle örtüşüyor aslında. Bir kere zaten, gömleğin üstüne giyilen o uçları sivrilen ve arkasındaki kemerle estetize edilen yeleğin kendisi, bizim için “adam” olmanın alameti iken; bir de üst düğmesinden halkası geçirilip yanlarda konuşlanan çifte cepten sağdakine doğru süzülen o köstek, baştan ayağa bir “erkek” imgesi kazırdı belleğimize. Babam, benim için tam olarak bu imgenin vücut bulmuş hâliydi. Onunla ilgili birçok anım buğulanmaya yüz tuttuğu hâlde, üç eylemi, “yerli” dizilerin flashbacklerine benzer bir biçimde, neredeyse yaşandığı gibi gözlerimin önünde: Bağdaş kurarak önüne serdiği bezin üzerinde, sırasını hiç şaşırmaksızın ve sahnede sanatsal bir performans sergilercesine toplu tabancasını söküp, yağlayıp geri takması; yine neredeyse aynı pozisyonda önündeki tabakasından sardığı tütün; ve köstekli saatine, özellikle her ezan sesiyle beraber bir ritüeli sergilercesine bakması… Her seferinde, meleke kazanmış elinin, yeleğin cebinden acelesiz ama seri bir hareketle saati kavrayıp çıkarışı, göğüs hizasında tutup kapağını başparmağıyla tok bir sesle açışı, birkaç saniyelik sabit ama dikkatli göz teması ve ardından aynı melekeyle cebe geri koyuşu, neredeyse saatle kurulan ve bitmeyen bir aşk ilişkisinin dışavurumu gibiydi. Elbette her akşam ezanının ardından, kurma kolunu sağ baş ve işaret parmaklarının arasına alıp uzun uzun kurması, henüz “ezana ayarlı vakitler”de yaşadığımızın da bir işaretiydi. Onun için her ne kadar İsmet Özel, “bilmezdim neden bazı saatler alaturka vakitlere ayarlı” dese de, bizim saatlerimizin neden hâlâ “alaturka vakitlere ayarlı” olduğunu o çocuk hâlimizle bile bilirdik. Çünkü alaturka vakitler, hayatımızın ritmiydi, saat bu ritme ayak uydurmalıydı ve henüz hayatımızla saatimizin ilişkisinin düzlemini ezan belirlerdi.

DÖRT. Bizim için babamın köstekli saati, ezan, adam ve otoritenin senkronizasyonu gibi bir şeydi, üçü tek bir bedende ve bir eylemde buluşmuştu. Oysa bugün, yaşadığımız dijital çağda, bu beraberliği mümkün kılacak bir vasat yok. Babam, dijital çağa ramak kala, doksanların ikinci yarısında aramızdan ayrıldı. Aramızdan ayrılan sadece babam değildi, bir  Sezai Karakoç hissiyatıydı.  Bu hissiyat, pasaport nedir bilmezdi. Akrabalarıyla aralarına döşenen mayına bir anlam vermezdi. Onları ziyaretine ya da onlarla alışverişine, birileri “kaçakçılık” dese de, buna aldırmazdı. Modern coğrafya bilgisi, gönlüne sınır çizmezdi. Babam, belki de balkona gömülmeyen son adamdı. 

Hemen sonra internet girdi hayatımıza, ama henüz onunla mekâna bağ(ım)lı bir ilişkimiz vardı. Ve derken, iki bin onlu yıllardan itibaren, akıllı seyyar telefonlarımız sayesinde, mekândan azade, sonsuz bir zamansallıkta yaşar hâle geldik. Zaten on beş yıldır, saatin her türü bir aksesuar, bir estetik nesneye dönüşmüşken, köstekli saatin kaderi de, artık bu niteliklere ek olarak antika değeri kazanmak oldu. Cep telefonlarımız, kol saatlerimizi, kullanım değerlerinden arındırarak, saf bir gösterge değer olarak, bir statü/prestij nesnesine tahvil etti, ama bir ölü nesneye dönüştürmedi henüz. Belki tam da bu nedenle, kol saatleri organik olarak varlığını sürdürdü ve hatta daha çok görünür hâle geldi. Fakat köstekli cep saatleri, değişen hayat koşulları ve önceliklerle birlikte, uzun süredir saltanatını kol saatlerine kaptırmıştı. Tıpkı büyüklerimizin hayatımızdan sessizce çekilişi gibi, onlar da çaktırmadan sahnenin arkasına çekilmişlerdi, rolleri biten oyuncuların sahne arkasına geçerken “rolüm bitti, ayrılıyorum” demediği gibi.

 Bugün ise, kimseye çaktırmadan bir şekilde ortadan kaybolan ve sahnede olmayışına seyirciyi alıştıran oyuncunun, oyunun sonunda yaşlanmış olarak ve bu sefer beklenmedik bir biçimde ortaya çıkıvermesi gibi, köstekli saatler de geçmişten, büyüklerimizden gelmiş beklenmedik bir habermişçesine, meraklı bakışlarımız arasında hayatımıza girmeye çalışıyor. Merakımız ya da ilgimizin, geçmişten gelmiş gibi görünen bu nesnenin kendisine mi, yoksa geçmişimizle kurduğumuz ilişkiye mi olduğu konusunda henüz bir karara varmış değilim. Ama kültürün ve bugün yaşamadığımız bir dünyanın parçası olduğuna karar verdiğimiz bir nesnenin artık nostaljik bir değer taşıdığını ve ölü hâliyle ilgi gördüğünü söyleyebilirim.

Yorum Yaz