Bir Müslüman Gibi Bakmak

Bir Müslüman Gibi Bakmak

 

Aynı dünyada yaşıyor olsak da, aynı olayların çemberinden geçiyor olsak da niyetlerimizle ve bakışlarımızla koyarız farkımızı. Dışarıdan bakanların çoğu zaman fark edemeyeceği bir farktır bu. Bir Müslüman gibi bakmak bir niyettir her şeyden önce, bir Müslüman gibi davranmaya yönelen bir niyet. Ama bu bir Müslümanda parçalanamayan bir niyettir. Bir Müslüman her işini bir Müslüman gibi yapmayı önemseyen kişiye denir. Bazı işlerini bir Müslüman gibi yapmayı önemseyip başka bazı işlerini başka bir insan gibi yapmayı düşünemez bir Müslüman. Belki gaflete düşer, bir Müslüman gibi davranmanın farkı üzerinde düşünmeyi ihmal eder veya günaha girerek kuralı ihlal eder ama bu ihmaller ve ihlaller geçici, istisnai haller olur. Ana kural Müslümanın yaptığı her işin İslam’a uygun olup olmadığını önemsemesidir.   

İster İslamcılığın son zamanlarda nereye doğru evrildiğine dair tartışmalar, isterse de sekülerleşmenin gidişatına dair tartışmalar bu bakışı ihmal ederek hiçbir şey göremez, hiçbir şey anlayamazlar. Bugün Müslümanlar yaptıkları işlerin, tercihlerin, eylemlerin, ilişkilerinin, dostluklarının, düşmanlıklarının İslam’a uygun olup olmadığı sorusunu ne kadar önemsedikleri, bu sorunun hayatlarını ne kadar yönlendirdiği üzerinden kendilerini test edebilirler. 

Bir kez muhafazakâr veya Müslüman kimliğini benimsemiş olan birçok insanın hayatını harala gürele yaşıyor olması, ticaretini İslam’a uygunluk ölçüsünü hiç aramadan, helale harama, faize, fahiş kazanca, alın terine saygıya hiç dikkat etmeden yapıyor olması, yaptığı işin çevreye, insanlara, ülkeye faydadan çok zararı dokunup dokunmadığına hiç dikkat etmeden yapıyor olması yaygın bir tipoloji. Bu tipolojideki insanlar isimlerinin Müslüman, meyillerinin muhafazakâr olması dolayısıyla İslamcılık veya sekülerliğin serencamı açısından bir veri olarak görülmesine kimse itiraz edemez elbet. Ancak İslam’ın kendi otantiklik jargonu açısından ciddi bir sorun olarak görülmeleri de kaçınılmaz. Ama aynı jargon içinde bu ihtimalin de her zaman mümkün ve sıradan bir ihtimal olduğunu da söyleyelim. Burada sosyoloji ile dinin kendi mantığı, takdir ve tahkiminin ayrı bir düzeyde ilerlemesi mukadder olur.  

Burada bir Müslüman gibi bakmanın, ideolojik bir akım veya dalganın çok ötesinde, her zaman ciddi bir ağırlığının olduğunu kaydedelim de kimsenin hakkını yemeyelim. Türkiye’de kazancının helalini-haramını gözeten, yaptığı her işi yapmadan önce İslam’a uygun olup olmadığını gözeten geniş bir kitle vardır. İslam’a gerçek anlamda bir hayatiyet kazandıran da bu insanların niyetleri, bakışları ve faaliyetleridir. 

Birkaç yıl önce Beyan Yayınları için değerli dostum-meslektaşım Prof. Dr. Mahmut H. Akın ile farklı konulara ve meselelere bir Müslümanın nasıl bakması gerektiğini soran ve bu soruya bir cevap arayan 20 ciltlik bir küçük kitaplar serisinin hazırlığını yaptık. Kitap dizisinin başlığı da “Bir Müslüman Nasıl Bakmalı” diye belirlenmişti. Demokrasi, ırkçılık ve milliyetçilik, gelenek ve muhafazakarlık, Batı medeniyeti, evrim ve Darvinizm, kader ve özgürlük, ekonomi ve faiz, Kuran ve tarihsellik, Kur’an ve sünnet, felsefe, sosyal medya, cinsellik ve aşk, kadın ve feminizm, deizm ve ateizm, modernleşme ve modernizm gibi konulara bir Müslüman nasıl bakmalı? 

Bu sorunun ilk akla getirdiği mesele bir Müslümanın bütün bu konulara herkesi bağlayacak mutlak ve tek bir bakışının nasıl olabileceğiydi. Yani bütün bu konular etrafında Müslümanlar da ihtilaf edemez miydi? Bu konuda Müslümanlar için ihtilaf caiz değil midir? Elbette caizdir, bu başlık altında ortaya konulan görüşler bile tartışılabilirdi. Ama buna rağmen bu başlıktan vazgeçmedik. Çünkü bizatihi bu başlığın kendisi Müslümanlar için en önemli istikameti, en önemli mihveri işaret ediyordu. Hangi iş olursa olsun, hangi konu olursa olsun bir Müslümanın Müslümanca bir bakışı, Müslümanca bir niyeti ve eylemi vardır. Bu bakışın ne olduğu yeterince açık olmayabilir her zaman, ama bunu varsaymak ve aramak durumundadır Müslüman. Bu niyetle aradığında bulduğu şey başka Müslümanların aynı niyet ve arayışla bulduğundan elbette farklılıklar arz edebilir. Ama herbirinde değişmeyen şey, Müslümanın yaptığı her işi Allah için ve O’nun rızasına uygun olarak yapmayı önemsemesidir.

Bu tespit aslında zaten vahiyle muhatap olduğu günden bu yana bütün Müslümanların varoluşlarını belirleyen bir yaklaşım olmuştur. Bir Müslümanı tanımlayan en önemli özelliği yaptığı her işi Allah'ın ismiyle ve Allah'ın Kitabında beyan ettiği rızasına uygun olarak yapmayı önemsemesidir. O rızanın nerede ve nasıl tecelli ettiğini bilmek için önce Kitab'ı doğru anlamaya azmetmek lazım. Doğru anlamak için doğru bakmak lazım. “Bir Müslüman Nasıl Bakmalı?" sorusu, bir sorgulamanın ve arayışın yanında Müslümanca bir duruşun hassasiyetini de içerir. Son birkaç yüzyılda dünyanın yaşadığı değişime bağlı olarak Müslümanların içinde bulundukları durum ile modernleşmenin etkileriyle hayatımıza giren kavramlara ve araçlara dair kafa karışıklığının sonucunda bu soru her vesileyle daha da çok sorulur olmuştur. 

Aslında üzerine derin bir şekilde düşünüldüğünde bu sorunun bir Müslüman için dün-bugün ayrımı yapılmaksızın her zaman ve şart dahilinde sürekli sorulması gerektiği görülebilir. Asr-ı Saadet dönemi Müslümanlar için bir ütopya değil. Her dönem Müslümanlar için sağlıklı bir bakış açısı ve tabi olunan sünnet ile hayatın bir parçası kılına bilecek, mümkün, ulaşılabilir ve sürekliliği olan bir modeldir. Peygamberimizin terbiyesinden geçmiş sahabe neslinin, İslamlaşmanın sürekliliğini hem bireysel hem de sosyal olarak sür dürmelerinin temelinde aslında hep bu "Bir Müslüman Nasıl Bakmalı?" sorusu ve bu soruya samimiyetle cevap bulma arayışı olmuştur. Şüphesiz ilk Müslüman nesil, Müslümanca bir bakışın, şuurun ve yaşayışın en samimi örneği olmayı başarmış ve kendileri gibi olmayanlara insani ve ahlaki alternatif sunarak İslamlaşmaya en büyük katkıda bulunmuştur. Bir Müslüman için bu soru hiçbir zaman ve mekânda geçerliliğini yitirmeyecek bir sorudur.

Bu soru etrafında şekillenen Müslüman hayatının bir tarihselliği ve farklı tezahürleri de olur. Bu farklılaşmaları içeriden takip edemeyen insanlar Müslüman hayatının hiçbir sabitesinin olmadığı sonucuna da kestirmeden varabilir. Onların Müslümanlık hakkındaki kendi tarihsel fotoğraflarının karşılığını bir daha hiç görememeleri normal. Hayat akıp gidiyor ve hiçbir şey fotoğraftaki gibi sabit kalmıyor. Müslümanlardan bir güncelleme bekleyenler bu güncellemeyi görmeye ne kadar açıklar onu da kendileri bilecek. 

Elbette Müslümanların da kendilerini anlatmak gibi bir meseleleri olmalı, ama iş gelip kimin kimden neyi işitmeye veya görmeye açık olduğu sorusuna dayanır.  

 

 

 

Müslümana nasıl bakılamaz?

 

Bir Müslümanın nasıl bakması gerektiğine dair bir teklifte bulunan her Müslümanın kaçınılmaz olarak mutlakçı bir dil kullanmak gibi bir tehlikesi olduğundan bahsettik. Doğrusu dini dil gramatik olarak böyle bir mutlaklığı içerir. Birçok sosyolog bu dili nesnelci bir dil olarak fundamentalizmin çıkış kaynağı da saymıştır. Tabi sadece Müslümanlara özgü olmayan bir kaynak bu, hatta en yüzeysel değerlendirmede bile bunun en az etkilediği dinin İslam olduğu bile görülebilir. 

İslam tarihinde bu nesnelci dilin Selefilik gibi bir tezahürü olmuşsa da Selefi olmayan, sözümona daha hoşgörü iddiasında bulunan bazı sufi çevreler gündelik hayat pratikleri ve yorumları konusunda Selefilerden daha da kesin, mutlak ve dışlayıcı bir yorumu benimsemişlerdir. Mesela, Türkiye’de Ehl-i Sünnetçilik adına ortaya konulan dışlayıcı dil ve pratikler bu açıdan enteresan bir model ortaya koyarlar. Aslında tarihsel olarak Ehl-i Sünnet olarak gelişmiş anayol İslami çizgi tam da yorum farklarını da tanıyan ve takdir eden bir sağduyu, bir bilgelik tutumu olarak temayüz etmiştir. Buna rağmen bugün bu yolu kendi tarihsel ve indi görüşleriyle kapatmaya çalışan yorumların ortaya koyduğu pratik tipik bir din esnaflığından başka bir şey değil. 

“Müslümanın nasıl bakması gerektiği” sorusunun çok önemli ve bir Müslümanın her durumda varoluşunu belirleyen en önemli soru olduğunu söylemiştik. Biraz daha inceltelim ifadeyi: Belirleyici olan bizatihi böyle bir soruyu sorduran kaygıdır, arayıştır. Yoksa bu soruya verilecek cevabın farklılaşabileceği, insanın bilgisine, yaşına, cinsiyetine, kültürüne göre boyutlanabileceğini herkes bilir. Yani bu veya başka birçok konuda Müslümanlar için ihtilafın caiz olduğunu söylememiz gerekiyor. 

Muhammed Arkoun Fransa entelektüel ortamında aydınlanmış kafa yapısıyla dönüp Müslüman tarihinde insanların birçok konuyu düşünemediğinden, hatta “düşünülemez alanlar” olarak kapatıp o mahrem alanlara hiç girmediklerinden bahsettiğinde kendisine rahatlıkla “mesela hangi konuda?” sorusu sorulup meydan okunabilirdi. Tarih boyunca Müslümanların düşünüp de tartışmadıkları bir tane bile mesele olmamıştır. İslam tarihinin belli dönemlerinde iktidarların işgüzarca etkileriyle bazı konular üzerinde bazı kapatmalar oluşmuş olabilir ama bunların etkisi çok dönemsel olmuş veya aynı dönemde veya önceki veya sonraki dönemlerde o konular başka Müslüman düşünürler tarafından yine cesaretle, özgüvenle ve bütün boyutlarıyla tartışılmıştır.

Bilakis Müslümanların ihtilaflarından yola çıkarak Müslüman düşüncenin kendi içinde bir tutarlılığı olmadığını, fazla çeşitlendiğini iddia eden oryantalist veya öz-oryantalistler daha çok olmuştur. Bugün bile İslamcılığın belli konularda tek bir görüş ortaya koyamadığını söyleyenler acaba nasıl bir İslamcılık arayışı içinde olabiliyorlar? Mutlakçı bir İslamcılık profili mi istiyorlar? 

İslam medeniyetinin her yerinde ortaya çıkan dinsel veya mezhepsel çoğulculuğu ifade eden “mozaik toplum” metaforunu, İslam’ın kültürlere nüfuz edememesinin bir sonucu olarak gören oryantalistler olmuştur. Batı medeniyetinin tarih boyunca oluşturduğu homojen toplum yapılarının ne pahasına oluştuğunu gözden kaçıran bir iddia bu tabi. Pahası homojen bir toplum oluşturmak için uygulanan kanlı baskılar, aforozlar, engizisyonlar, katliamlar ve tehcirler olmuştur. Mozaik toplum algısının arkaplanındaki gerçek ise Müslümanların farklı olanı kendilerine dönüştürmedeki zafiyet değil, bilakis Müslümanın sözümona “öteki”yi “öteki” olarak kabul edebilme kapasitesi olmuştur. 

Yine mesela İslamcılığın yetmişli veya seksenli yıllardaki “devrim”, “İslami devlet”, “İslami hükümet” gibi iddialarına bugün o zamanlardaki gibi sahip çıkmadığından yola çıkarak İslamcılığın sonunu yazmaya büyük bir hevesle atılanlar tarihsel bir İslamcılık görüşünü mutlaklaştırmanın peşinde değiller de ne yapıyor olabilirler? 

Kaldı ki o yılların İslamcı söylemlerini bile doğru dürüst okuyabildiklerini hiç sanmıyoruz. İslami devlet tartışmaları yapıldığında bile bunun ne anlama geldiği hususunda itiraz eden bir yığın tartışma biliyoruz. İslamcı düşünce kendi içinde hiçbir zaman yeknesak ve bütün zamanlar için tek bir model üretmedi. Toplamda bir iddiaydı ama bu iddia içinde her zaman yoğun bir tartışma da ihtilaf da vardı. Toplamda kendi varoluş nedenini ve anlamını hiçbir zaman tüketmeyen ve yok etmeyen bir iddia ve ihtilaf

Neticede İslami devlet veya İslami hareket veya siyasal İslam’ın bütün tezahürlerinin en temel iddiası Müslümanın Allah’a ve sadece Allah’a kul oluşu. Tarihsel gerçekliği ve arayışı ise işgal ve sömürgeciliğe karşı bir direniş veya isyan idi. Bugün dünya ölçeğinde İslamcılığı var eden emperyalist işgal ve sömürgecilik koşullarının yok olduğunu kimse söyleyemez. Hala İslam dünyası işgal altındadır. Sömürgecilik topraklarına, zenginliklerine, zihin ve iradelerine kadar herşeyi kuşatmıştır. 

Bugün İslamcılığın şu veya bu kertede nasıl bir dönüşüm yaşıyor olduğuna dair değerlendirmeler işgal ve sömürgecilik boyutunu ihmal ederek ne Müslümanlara ne İslamcılara dair hiçbir şeyi anlayamaz. Müslümanların gerçekten neler yaşıyor olabildiğini ve hangi davranışlarının nasıl bir fıkıhtan kaynaklanıyor olabileceğini asla anlayamaz. İşgal ve sömürecilik boyutunu ihmal ederek yapılan yorumlar zihinlerdeki işgal duvarlarını biraz daha kalınlaştırmış oluyorlar sadece, bilerek veya bilmeyerek. Hele bu değerlendirmeleri yapanlar İslamcılığın içinden kişisel tecrübeleriyle, paylaşım sorunlarıyla, travmalarıyla, inanç yitimleri ve öfkeleriyle karşı tarafa sığınmış olanlarsa. Bu insanların öfkeli itirafçı söylemleri İslam’a ve Müslümanlara dair söylediklerinin neye tekabül ettiğini herkes bir şekilde kendi duruşuna göre ayrıca değerlendirmektedir. Sığındıkları düşman kamplarda bu ifadelerin gördüğü rağbet elbette şaşırtıcı değil. Herkes kendi yolunu, tarzını haklılaştırmanın peşindedir.

Arkoun’un peşinden gidip Müslümanlara dair düşünülemez alanların bolluğu cihetinden hayal kırıklıkları ifade edenlerin sığındıkları Kemalist limanda neyi düşünmeye cesaret edebileceklerini merak ederiz tabi. Kemalizme dair en temel soruları, tam da o limanda sormaya, üzerinde düşünmeye, tarihin gerçeklerini kurcalamaya aynı rahatlıkta cesaret edebilirler mi? 



Diğer Yazıları

Yorum Yaz