Sevgi Dilinin Şiddeti: Bir Sırrı Süreyya Önder Profili

Sosyal psikolojinin son zamanlardaki en ilginç tezlerindendir: “Sevgi dilinin şiddeti”
Bu dil, gözle görülmeyen ama gözle görüleninden daha etkin bir iktidara kapıları açan bir yoldur. Annelerin ağzından şefkat sözcükleriyle dökülen, eşlerin arasında muhabbet olarak kendini gösteren bu dilin, çocuklar ve eşler üzerinde ömürlük hasarlar bıraktığı vakidir. Koskoca psikiyatri alanı ekseriyetle bu durumun ürettiği hasarlardan nemalanır.
Sırrı Süreyya Önder sevgi dili ile şiddet arasındaki korelasyonun ilginç bir göstereniydi.
Sırrı Süreyya Önder, Türk halklarının mozaiğini kişiliğinde toplayan, meczeden bir profille hatırlanabilir belki. Aslında Türkmen fakat Kürt kültürünün etkin olduğu bir coğrafya’da yaşamış; sol/sosyalist geçmişine ve Ankara Siyasaldaki politik atmosferi Sol/kemalist yoğunluklu öğrencilik hayatına rağmen etrafında kendisini büyüten mütedeyyin dedesinden etkilenmiş; anne tarafından nurcu etkisi yüksek bir ailede büyümüş birisi. Kürt solu ile girdiği yoğun etkileşim, İslamcı gençlerle beraber katıldığı ve yaptığı ilk televizyon programları ile giderek haznesinde bir çok dünyayı aynı anda okuma ve anlama avantajını biriktirmiş de biri. Bu durum üslubuna ayrı bir hava ve zenginlik olarak da yansıyordu. Bir tarz kültürel müslümanlığı yedeğinde tutan da birisi gibiydi. Tarık Tufan’a tabutunun arkasından Şeyh Galip’in Naat’ını okumasını vasiyet etmesi ve hacca gitme arzusu ve motivasyonunun arkasında Medine Müdafii Fahrettin Paşa’nın kabrini ziyaret etmesinin yattığını ifade etmesi hem kutsal beldelere ve peygambere derin bir saygı gösterdiğinin hem de bu kültürel müslümanlığının derinliğine işaretti.
12 Eylül’de geçirilen ızdıraplı yıllar ertesinde meclis kürsülerinde ve İmralı heyetinde devlet ricaliyle birlikte göstermek zorunda kaldığı ciddiyet ile mizahi derinliği ve kişiliğini uzlaştırmayı da başarabilen bir tipti. Karmaşık birçok yönü içeren fakat dış dünyaya bunu bir uyum içinde yansıtmayı başarabilen nadir insanlardandı. Bu karmaşaya ek olarak DEM’li bir vekil olarak Devlet Bahçeli ile verdiği son pozlar, ülkücü camiayla karşılıklı jestleri ve mimikleri de bu yansıtmanın son ürünleriydi.
Bir zamanlar HDP’den bağımsız kontenjanından meclise vekil olarak dahil olan birkaç dönem de vekillik, son birkaç yıldır vekaleten meclis başkanlığı da yapan, yazılı ve görsel basının sempatik(!) yazarlarından DEM Milletvekili Sırrı Süreyya Önder “sevgi, sempati dilinin şiddetini” gerek yazılarında gerekse konuşmalarında bir üslup olarak en iyi yansıtan biri olarak öne çıkmaktadır. Bu üslup tam da Ertuğrul Başer’in semerci hikayesindeki profile denk düşebilir. Öyle ki yine bir zamanlar kendisine şöhretin kapılarını açan “Kafadengi” programında partnerleri olan İsmail Kılıçarslan, Selahattin Yusuf ve Tarık Tufan’ı ve dahi seyircileri de ağızları açık kendisini dinleten; “Meksika Sınırı”nda da bu performansının üstüne her gün artı koyarak ilerleyen Sırrı Süreyya Önder, kısa sürede görünür bir şöhrete kavuşmuştur. Sırrı Süreyya’daki meddahlık derecesindeki bu yeteneği Başer,
“Eskiler gelenekten devraldıkları 3-4 torba malzemeyle (kıssalar, hikayeler torbası, atasözleri torbası, vecizeler torbası, vb.; hepsinin de derdi aynıydı: kıssadan hisse, ibret al deli gönlüm, oğlum kızım) çeşitli dünya hallerini, insanlık durumlarını büyük bir başarıyla dile, sohbete, bilince, genç talebelere, kuşaklara taşırlardı…”
ifadeleriyle resmederken, sanırsam ki Sırrı Süreyya Önder, bu tasvire göre, bu eskilerin türü azalan son temsilcilerinden biri olarak temayüz etmekteydi. Meclis Başkanlığına vekaleten bakıp, oturum yönettiği zamanlarda da bu yeteneğini sıkça gösteriyordu. Normalde kavgada bile hasma söylenmeyecek, yapılmayacak bir benzetmeyi tüm meclisi ve muhatabını da güldürecek tazrda ve tonda yapabiliyordu. Bunun hatırladığım en fecaatli örneği Şanlıurfalı vekilin elektrik su ile ilgili sorunlara işaret eden ve kendisine yönelik talebine verdiği cevaptı: “Davacının ahmağı derdini mübaşire anlatırmış…” Sevgi dilinde böylesi bir hakaret de pek sempatik gelebiliyormuş…
İkinci Yüzyılın İktisat Kongresinde görkemli bir konferans salonunda yaptığı ve herkesi güldürüp düşündürttüğü bir konuşması da bu tatlı üslubun müşahhas örneklerindendir. Din, Arapça, kürtçe, felsefe, psikoloji, tarih, sanat, estetik türünden ne varsa hepsini kompozisyonuna başarıyla eklediği bu konuşmasında Sırrı Süreyya Önder, İzmir’de Tunç Soyer’in ve CHP milletvekillerinin ağırlıkla yer aldığı, “kadın cinayetleri” mevzusunda Sadakat konu başlığıyla “Hiçbir orospu filmin sonunu göremez” temalı konuşmasıyla da meşhurdur (https://www.youtube.com/watch?v=ZNzgsoZ5YMo). Bu konuşmasının satır aralarına Kürt, Ermeni, Kadın cinayetleri meselelerini ve iktidar eleştirilerini de sevgi dilinin şiddetiyle uygun dozlarda vererek herkesi etkilemiştir.
Solun Sağla Ortada Sıçan Oyunu
Sırrı Süreyya Önder, bir zamanların, meşhur Radikal Gazetesi’nde de tuttuğu köşesinin başında, yine o, kendisine özgü sempatik, tatlı üslubu ile döşediği bir yazısında kelimeleri tatlı tatlı akıtırken, bir yazısını insanlık tarihinin sağcı ve solcu olarak kutuplaşmasının miladına bağlayan bir mağara metaforuna yaslamaktaydı.
Klasik Marksist jargonun en naif üyelerinden duymaya alıştığımız Darwinist ve materyalist diyalektiğin gizliden gizliye bu metafora tatlı tatlı yedirildiği bu yazısında Sırrı Süreyya Önder, buraya nasıl geldiğini anlayamadığımız garip varsayımlarda bulunuyordu:
"Haritaların ve de sınırların, sular, dağlar ve denizler yerine, kanla çizilmeye başlanmasının tarihi bir hayli eskidir. İnsanlığın evrimi henüz avcılık-toplayıcılık aşamasındayken yani atalarımız gündüz gözüyle avladıkları hayvanları ya da topladıkları bitkileri, gece kurdukları müşterek sofralarda yerken birilerinin içine bir fesatlık düşmüş. "Belki yarın avlayacak bir hayvan bulamam" endişesiyle diyelim ki bir parça eti, mağaranın köşesine saklayıvermiş. Bununla da yetinmemiş, herkesi kendi gibi sanarak mağaranın çıkışına bir kapı, üzerine de bir kilit icat etmiş. Yetmemiş, bir de adam dikmiş. İşte o saklayıcı-paylaşmayıcı insan var ya dünyadaki tüm sağcıların atasıdır. "Bunu beraber avladık, beraberce yemeliyiz kardeşim" diyenlere de o günden beri solcu denir."
İnsanlık tarihini bıraktık, solculuğun ve sağcılığın da tarihini “mağara metaforu ve paylaşılamayan but” üzerinden yazan Sırrı Süreyya Önder, kendisine has tatlı üslubuyla (ki bu üslubun aslında gizli ve en etkin iktidar araçlarından olduğunu söylemiştik.) tarihsel materyalist diyalektiğin bu paylaşılamayan “artık değer” üzerinden doğan ve koskoca insanlık tarihini yürüten çatışmasına vurgu yapıyor. Oysa, mağaradaki gidişatın ya da tartışmanın paylaşılamayan but üzerinden değil de birlikte adam gibi huzurla yaşamak üzerinden doğduğunu varsayarsak, ki bu da mümkündür. Böylece insanlık tarihinin diyalektik yürüyüşünün, gündüz gözüyle avlanan butların hep birlikte yendiği sırada, mağaranın ortasına pisletmek isteyen birisine bir başkasının müdahale ederek “ortak yaşam alanında böyle densizlikler yapılmaz; ahlak, düzen, saygı” gibi çıkışlar yapılmasıyla da başlamış olması muhtemeldir ki bu tartışma böyle başladıysa ortaya pisletmek isteyenin solcu, onu engelleyenin de sağcı olması kuvvetle muhtemeldir. Eğer tarih böylesi bir tatlılıkla yazılırsa böylesi anlatılar da kaçınılmaz olabiliyor. Böylece böylesi bir anlatı tarzıyla Marx’ın ayakları üstüne döndürdüğü diyalektiği tekrar Hegel’de olduğu gibi amuda kaldırmayı başarmış olabiliyoruz.
Sırrı Süreyya Önder, sinemada yönetmenlik deneyimi yaşamış, mizahı filmlerine de yansıyan renkli bir sima…Gezi olaylarında, Çözüm sürecinde ve Kobani olaylarında nedense o tatlı üslup, sevgi diliyle örülmüş cümlelerin yerine tomaların önüne atlayan, herkesi kalkışmaya tahrik eden ergen bir devrimci jargon ve tavırlarıyla temayüz eden bir kişilik profili sergilemişti… Demek ki tatlı üslup da bir yere kadarmış…
Sırrı Süreyya Önder’in profilini semerci metaforu üzerinden anlatan; ait olduğu sol/sosyalist kısmen de kemalist ideolojiler içinde fakat abilerinin üst kuşaklardaki
gerontolojik baskısı altında bir alt kuşak temsilcisi olarak kişiliğinin şekillendiğini düşünerek çizen Ertuğrul Başer, bu kuşağın ve üst kuşakların adeta bir psikanalistik çözümlemesini de yapmaktadır:
“Sosyalist/sol hareketin hayalen (insan hayalleriyle yürür), kalben (hayaller kalpte büyür kalpte ölür) kırılışı 1977’dir (korkunç sembol 1 Mayıs), yani bizim 20 yaşımız! Bir sonraki, 1962’li Sırrı Süreyya Önder alt-kuşağının 15 yaşı.. 12 Eylül 1980 darbesi geldiğinde bu alt-kuşak esas itibariyle çocuk olarak iliştiği bir mitostan (devrim!) yeni yeni çıkıyor, “devrimci mücadeleye” (1970-80) yeni yeni “ısınıyordu”. Doğal olarak bir önceki alt-kuşağın (1952 ve 57’liler) etkisinden (aile içinde küçük kardeş üzerindeki abi-etkisi gibi) yeni yeni sıyrılıyordu.. 12 Eylül darbesinin tarumar ettiği, ortada ilaç için normal bırakmadığı bir ortamda, sanki hiçbir zaman o etkiden sıyrılıp tam kendi yollarına, kendi bahtlarına yürüyemediler… o bir başka bahara kaldı, bırakıldı (Dev-Sol, PKK, vb.). Ve sonraki sosyalist/solun bütün arayış, değişim sürecinde, Türkiye toprağındaki en hakikatli seçeneği, devam yoluyla, normale, normal dünyaya avdet yıllarında (1980 ve sonrası) “devrimcilik, tek yol devrim, sosyalizm” (veya farklı tonlarıyla kemalizm ya da bir tür kema-sosya-lizm) en çok bu alt-kuşağın içinde ukde kaldı (63’lü bir arkadaşım, darbeyi takiben “yenilgiyi kabullenmem bile 10 yılımı aldı” diyor). Çok sert bir çatışma ortamında devrimci olmayı denemişler, ama olmamıştı.. O yüzden sanki ona, o olamayana en çok onlar yandılar, ah ettiler..”
Sırrı Süreyya Önder gibiler bu ukdenin ve üst kuşakların travmalarının kişilikleri üzerindeki etkileriyle gelgitli hayaller kurmak zorunda kalmış bir alt kuşağın temsilcileriydiler. Bu kuşak, uzun yıllar, sol/sosyalist/kemalist algılayış biçimine, bu tamamlanmamış hayallerin ve içlerde yer tutmuş ukdelerin oluşturduğu ruh halleriyle teslim olup; siyasal argümanlarını, tavırlarını belirlerlerken; bu duruş, düşünüş ve eylemlerine bu ruh halleriyle de eşlik ettiler.
Fakat Ertuğrul Başer üstadın, tezkire.net’teki “Ölümü Vesilesiyle Sırrı Süreyya Önder ve Kuşağına Dair” başlıklı yazısındaki ifadeleriyle mücessemleşen bu gelgitli, ergen tavırların arkasındaki travmatik, psikanalistik süreçlerin sonunda Sırrı Süreyya Önder, son birkaç yıldır İmralı heyetinin akil isimlerinden olmayı başarmış bir barışsever profiline dönüşmüştü. Son performansı ve profili daha sevimli ve ümitvar idi. Ülke halklarının kalıcı barışının tesisi için sağlık durumuna rağmen son anlarına kadar mücadele etmesi ve çaba sergilemesi artı doksanda şampiyonluk getiren gol gibi kıymetlidir. Biz Sırrı Süreyya abimizi tam da bu finalle hatırlamayı arzuluyorduk. Böyle de oldu. Bu final maalesef Ahmet Kaya’da (Ahmet Kaya, sevgi dilinin imkanlarını Sırrı Süreyya gibi yeterince ve zamanında kullanamadığı için belki de) olduğu gibi “olmasaydı sonumuz böyle…” şarkısındaki buruk tatta bitmedi en azından…
Yazıyı Ertuğrul abinin final cümleleriyle bitirmek şart oldu:
“Sırrı Süreyya Önder’in, bu ukdeyle, nerede bir semer görse hemen yanaşıp sevip okşadığını, şöyle bir kaldırıp tekrar yerine koyduğunu… nerede bir “tek yol devrim, sosyalizm” iması görse hemen yanaşıp sevip okşadığını, şöyle bir kaldırıp tekrar yerine koyduğunu görürdüm zaman zaman (mesela Gezi’de, 2013 çözüm sürecinde, vb.)… Ama zor ömürlerin, dumurların, hayallerin sonunda gelip durduğu yer, o ukdeyi törpüleyip, o mitosu kendi haline bırakıp, kendisine çıktığı yer güzel bir yerdi. İnşallah o yer, aslında hepimizin aslında olan, fotoğrafımızın arabında, yazımızın asıl suretinde yazılı o Türkiye damarı, Türk ve Kürt solunda ondan sonra da kurumaz, yeşillenerek, dallanarak devam eder.”