Büyük Güçler ve Ortadoğu’nun Krizleri: Hegemonyaya Göre Biçilmiş Bir Barış
Her defasında Ortadoğu’da yeni bir yangın çıktığında, büyük başkentler hemen kürsülere koşarak “durumu kontrol etmeye” ve “istikrarı yeniden sağlamaya” hazır olduklarını ilan eder; sanki bölgenin kaderinin anahtarı onların çekmecelerinde asılı duruyormuş gibi. Konferanslar, girişimler ve üst düzey açıklamalar ardı ardına gelir; fakat haritalar yerli yerine oturmaz, kan kurumaz ve soru asılı kalır: Bu güçler gerçekten ateşi söndürmek için mi geliyorlar, yoksa alevlerin yönünü ve küllerin nereye yayılacağını kendi eski hegemonya denklemlerine uygun şekilde kontrol etmek için mi, aktörlerin yüzleri değişmiş olsa bile?
Siyaset ve medya söyleminde “büyük güçler” genellikle, diledikleri an Ortadoğu’nun yangınlarını söndürebilecek ya da en azından kıvılcımlarını uluslararası “müsaade edilen” sınırlar içinde tutabilecek bir taraf olarak sunulur. Oysa ısrarlı bir soru kendini dayatır: Bu güçlerin gerçekten adil bir çözüm iradesi var mı, yoksa yalnızca kendi çıkarlarına hizmet eden bir istikrardan başka bir şey aramıyorlar mı; isterse bu, adaletin ve halkların haklarının enkazı üzerine inşa edilsin?
Neredeyse bir yüzyıldır bölge savaşlardan, isyanlardan, darbelerden ve işgallerden hiç kurtulmadı. İsimler ve yüzeyler değişse de, büyük güçlerin –gerek Batılı, gerek yükselen güçler– varlığı hep sabit kaldı; güç haritalarını çizen ve siyaseten ya da askerî olarak mümkün olanın sınırlarını belirleyen doğrudan ya da perde arkası bir oyuncu olarak. Bu makalede, bu güçlerin Ortadoğu’nun sorunlarını çözme konusundaki “kapasitesinin” sınırlarını ve oynadıkları rolün niteliğini çözümlemeye çalışıyoruz: Bu güçler çözümün bir parçası mı, yoksa bizzat sorunun özünde mi? Şunu da kabul ederek ki bu güçler homojen bir blok değildir; fakat çoğu zaman şu mantıkta birleşirler: Hegemonyaya göre biçilmiş bir barış.
Birincisi: “Ortadoğu’nun sorunları”ndan neyi kastediyoruz?
“Ortadoğu’nun sorunları” ifadesinin çoğul kullanılması dilsel bir lüks değildir; zira bölgesel tablo iç içe geçmiş mayınlı bir alana benzer:
– Filistin meselesi: Arap-İsrail çatışmasının kalbi ve bölgedeki adalet arayışının merkezidir. “Barış süreci” söylemi, işgal, yerleşim, kuşatma ve sistematik coğrafi-toplumsal parçalama gerçeğiyle yan yana durur.
– Irak, Suriye, Yemen, Libya ve Lübnan’daki iç savaşlar ve çatışmalar: Mezhep ile siyaset, yerel ile bölgesel ve uluslararası düzeyler iç içe geçer; toplumlar çok katmanlı hesaplaşmaların sahasına dönüşür.
– Dış desteğe iç meşruiyetten daha fazla yaslanan kırılgan otoriter rejimler: Bu durum onları baskıya açık, sürdürülebilir bir meşruiyet ya da ortak toplumsal sözleşme kurmaktan aciz kılar.
– Kalkınma ve ekonomi alanındaki yapısal bozukluklar: Yaygın işsizlik, derinleşmiş yolsuzluk, rant ekonomisi, dev sınıfsal uçurumlar… Toplumları sürekli gerilim ve patlamaya açık hâle getirir; göçü, umutsuzluğu ve aşırılığı besler.
Bu karmaşıklıklar, dış müdahaleyle “hızlı bir çözüm” konuşulmasını eksik ve yanıltıcı bir basitleştirme hâline getirir; iktidar yapısındaki, devlet-toplum ilişkisindeki ve bölgenin uluslararası hegemonya düzenindeki konumundaki krizlerin köklerine bakılmadıkça.
İkincisi: Büyük güçler… Tek bir taraf mı, yoksa rekabet hâlindeki taraflar mı?
“Büyük güçler” birçok literatürde homojen bir aktör gibi ele alınır. Oysa dikkatli bakıldığında belirgin farklar görülür; her ne kadar bu güçler çoğu zaman maliyetli adaletten değil çıkarlarını koruyan bir istikrardan yana birleşseler de.
ABD ve Batı Avrupa
ABD ve bazı Avrupa ülkeleri için bölge, II. Dünya Savaşı sonrası kurdukları uluslararası düzenin güvenlik alanlarından biridir. Üç temel sabite üzerinden yaklaşırlar:
- Enerji ve ticaret yolları: Petrol-gaz sahalarının ve deniz yollarının güvenliği Batı stratejisinin eksenidir. Buradaki “istikrar”, halkların ihtiyaçlarını değil enerji akışını ve kâr sürekliliğini teminat altına almayı hedefler.
- İsrail’in güvenliği: Özellikle ABD’de, İsrail’in güvenliği Batı’nın ulusal güvenliğinin bir parçasıdır. Filistin ve Arap-İsrail dosyasında tüm girişimler bu esasa göre ölçülür.
- “Kontrollü bir bölgesel sistemin” devamı: Yani sınırlarını kontrol edebilen, işbirliği yapılabilir rejimlerin oluşturduğu bir düzen; demokrasi ve insan hakları pahasına bile olsa.
Rusya: Askerî ve siyasi bir geri dönüş
2015’teki Suriye müdahalesiyle Rusya, Batı’nın karar tekelini kırmak, Akdeniz’de kalıcı üsler edinmek ve Suriye sahasını daha geniş dosyalarda pazarlık kartı olarak kullanmak amacıyla doğrudan oyuncu olarak geri döndü. Demokrasi söylemi taşımaz, ancak tıpkı diğer güçler gibi müttefik rejimlerin istikrarını önceleyen bir çizgide durur.
Çin: Ekonomik ağırlık, ihtiyatlı politika
Çin bölgeye ekonomi üzerinden girer: Kuşak-Yol projeleri, altyapı ve enerji yatırımları, uzun vadeli anlaşmalar… Askerî müdahaleden kaçınsa da ekonomik ağırlığı geleceğin düzeninde vazgeçilmez bir aktör hâline getirir.
Bu farklı araçlara rağmen, bu güçler şu noktada birleşir: Kendi çıkarlarını tehdit eden büyük bir çöküşü engellemek; fakat adil bir bölgesel düzen inşa etmenin maliyetini üstlenmemek.
Üçüncüsü: Uluslararası çözümlerin başarısızlığı… Sorun çözmek değil, yönetmek
Madrid’den Oslo’ya, geçici anlaşmalardan güvenlik mutabakatlarına kadar sayısız girişime rağmen tablo tekrar eder: Çatışmanın köklerini yerinde bırakan kırılgan uzlaşılar; dengeler değiştiğinde çöken ateşkes benzeri süreçler.
Bu başarısızlığın bazı yapısal nedenleri:
– Güç dengesi bozukluğu: Özellikle Filistin’de müzakereler ezici İsrail üstünlüğü altında yürütülür; bu nedenle müzakereler işgali bitirmek değil yönetmek için araçlaşır.
– Uluslararası hukukun seçmeci uygulanması: Güçlülerin çıkarına uygunsa hatırlanır, aksi durumda görmezden gelinir. Bu da bölge halklarında derin bir adaletsizlik duygusu yaratır.
– “İstikrar” adına otoriter rejimlerin korunması: Batı, sınırlarını kontrol eden ve müttefiklik ilişkisini sürdüren rejimleri destekledi; bunun bedeli iç baskı, reform kanallarının kapatılması ve patlamaya hazır toplumlar oldu.
– Askerî müdahale politikası: Irak 2003 örneğinde görüldüğü gibi, rejim günler içinde devrildi fakat devlet kurumlarının dağıtılması büyük bir boşluk yarattı. Bu boşluk mezhepçi çatışmalar, milisler, aşırıcı örgütler ve rakip bölgesel nüfuz mücadelelerine kapı araladı. Libya, Suriye ve Yemen’de farklı formlarda benzer sonuçlar ortaya çıktı.
Dördüncüsü: Çoklu aktörler… Hegemonyaların kesiştiği noktalar
Bölgesel gerçeklik üç ana dairenin iç içe geçmesiyle şekilleniyor:
- Büyük güçler: ABD, Avrupa, Rusya, Çin
- Bölgesel güçler: Türkiye, İran, İsrail, Suudi Arabistan, Katar, BAE…
- Devlet dışı aktörler: Milisler, direniş hareketleri, aşırıcı örgütler, sınır aşan ekonomik-güvenlik ağları
Devletlerin zayıflığı veya bölünmüşlüğü, onları bu güçlerin çekişme alanına dönüştürür. Bu yüzden dış müdahale çözümün olduğu kadar sorunun da parçasıdır; zira herhangi bir çözümün başarılı olabilmesi için bu çok katmanlı aktörlerin aynı anda uzlaşması gerekir.
Beşincisi: Adil bir barışı “dayatma” kapasitesinin sınırları
“Büyük güçler istese bir düğmeye basıp barışı sağlar” iddiası üç gerçeği göz ardı eder:
- Kapasite başka, siyasi irade başka bir şeydir.
Adil barış, içerideki lobilerle yüzleşmeyi, müttefiklerden vazgeçmeyi veya tarihî-hukukî hakları tanımayı gerektirebilir; bunu çoğu istemez. - İç meşruiyet olmadan hiçbir çözüm sürdürülemez.
Halk tarafından reddedilen, yalnızca tepeden dayatılan anlaşmalar ilk sınavda çöker. - Çatışmaların doğası değişti.
Devlet dışı aktörlerin yükselişi ve ağ yapılarının çoğalması, dışarıdan “düzen kurma” hayalini yıllar geçtikçe daha kırılgan hâle getiriyor.
Altıncısı: Yaygın itirazlar… ve sınırları
Uluslararası müdahaleleri savunan bazı argümanlar vardır:
- Müdahale bazen katliamları durdurmak için zorunludur.
- İçerideki yozlaşmış elitler krizin esas sebebidir.
Bu argümanlarda haklılık payı olsa da eksiktir.
Ateşkes sonrası için ciddi bir planı olmayan müdahaleler, düzen kurmak yerine kaosu yeniden düzenlemekten ibaret kalır.
Ayrıca yerel elitlerin yolsuzluğu, büyük güçlerin çıkarlarına uygun bir bölgesel sistem tasarlayıp iç kırılganlıkları kendi lehlerine kullanmaları gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Yedincisi: Çözüm yolu nerede başlar? İçeriden mi, dışarıdan mı?
Bu, bölgenin dış dünyadan izole olması gerektiği anlamına gelmez. Fakat tarihsel tecrübe, dış aktörün iç iradenin yerine geçemeyeceğini açıkça gösterir.
Üç düzeyde farklı bir yol çizilebilir:
- Meşruiyeti yeniden tanımlayan siyasi reform
Keyfî yönetim yerine hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı, bağımsız yargı, temel hak ve özgürlüklerin korunması… Toplumsal rızaya dayalı bir meşruiyet, rejimleri dış baskıya daha az açık ve daha eşit konumda müzakere edebilir hâle getirir.
- Gerçek bir bölgesel işbirliği çerçevesi
Arap-Ortadoğu düzeyinde etkili bir sistem olmadıkça her devlet tek başına savunmasız kalır. Ekonomik ortak projeler, düzenli güvenlik istişareleri, ulaşım-enerji-sanayi entegrasyonu… Ve Filistin meselesinin kolektif bir dosya olarak yeniden ele alınması.
- Halkların sürece ortak edilmesi
Kapatılmış odalarda yapılan elit anlaşmaları kalıcı olamaz. Kalıcı barış, ortak çıkar algısı ve geniş toplumsal rızayla mümkündür.
Sonuç: Adaletsiz çözüm… Kâğıt üzerindeki bir barış
“Büyük güçler Ortadoğu’nun sorunlarını çözebilir mi?” sorusunun en isabetli cevabı şu olabilir:
Evet, bu güçler krizleri dondurabilir veya kayıpları yeniden dağıtabilir; ama adil ve kalıcı bir barış üretmeye ne sahipler ne de çoğunlukla niyetliler.
Filistin meselesinin özüne dokunmayan, otoriter yapıyı sorgulamayan ve kalkınma krizlerini görmezden gelen çözümler sadece uzun bir ateşkesten ibarettir: Hegemonya tavanı altında ertelenmiş krizler…
Değişen uluslararası güç dengeleri ve dışarıdan dayatılan düzenlerin giderek zayıflamasıyla birlikte gerçek umut, bölge halklarının ve ülkelerinin kendi çıkarlarını yeniden tanımlayan bir iç irade geliştirmesindedir; böylece büyük güçleri bölgeyi bir etki alanı değil, bir ortak olarak görmeye zorlayan bir konum doğabilir.
Aksi hâlde eski denklemin tekrarıdır: Adaletsiz istikrar, egemenliksiz barış ve sürekli ertelenmiş krizler.
– Dr. Ali Cuma el-Ubaydî, Libya’nın Tahran Büyükelçisi