Gazze Ateşkesi: Hilfu’l-Fudûl’den Hudeybiye’ye Uzanan Direniş Diplomasisi
Doç. Dr. Yusuf SAYIN – Doç. Dr. Mehmet Ali KAPAR
Gazze’de iki yılı aşan savaşın ardından varılan ateşkes, yalnızca bir askerî süreç olmaktan öte adaletin, stratejinin ve sabrın imtihanıdır. Küresel sistemde diplomasi anlayışı, hukukun gücünden ziyade güçlünün hukukuna göre şekillenirken, ateşkesler artık sadece nefes molası değil, -Gazze örneğinde de olduğu gibi- güç dengesinin yeniden tanımlandığı birer taktik araç haline geldi. Batılı başkentlerde kaleme alınan her ‘barış planı’yla, Filistin halkının gerçek barış talebinden biraz daha uzaklaştığı görülüyor. Modern zamanlarda diplomasi masalarında güç dengelerini esas alan müzakereler yapılırken, Gazze halkı ve direnişi İslam tarihinde çokça örnekleri bulunabilecek direniş temelli İslamî geleneği yeniden hatırlatıyor: ‘Zulme karşı direnen adalet bilinci’. Bu bilinç, ilk kez Hz. Muhammed’in (sav) gençlik yıllarında şekillenen “Hılfu’l-Fudûl cemiyetinde somutlaşmıştı.
İslamiyet öncesi Mekke’de güçlü olanlar zayıf olanlara karşı türlü haksızlıklar uyguluyorlar, bütünleşik bir devlet mekanizması ve adalete dayanan bir hukuk düzeni bulunmadığından söz konusu kişiler istedikleri gibi hareket edebiliyorlardı. Lakin -her dönemde olduğu gibi- insanoğlunun vicdanı yine de bazı gönüllerde işlevini sürdürmekteydi. Nihayet bu gönüller, birlik olarak zayıfın hakkını güçlüden almak için bir araya gelmişti. İslam Tarihi kaynaklarının aktardığına göre, Hz. Peygamber, gençlik dönemlerinde anılan bu anlaşmaya katılmıştı. Yine İslam devletinin şekillenmesinden sonra da sık sık bu Cemiyet’i dile getirir ve bu ittifaktan övgüyle bahsederken, İslâmiyet’in onu daha da pekiştirdiğine inandığını, “Abdullah b. Cüd‘ân’ın evinde öyle bir anlaşmaya şahit oldum ki, kızıl develer karşılığında dahi bozulmasını istemem. Bugün de çağrılsa yine katılırım” sözleriyle ifade buyurmuşlardı.
Bu cümle, İslam diplomasisinin temel karakterini belirlerken, adalet merkezli kolektif duruşa işaret etmektedir. Uluslararası ilişkilerin doğasına hâkim olan güç, çıkar veya menfaat temelinden ziyade, ilahi çağrıya mütenasip şekilde mazlumun yanında olma ilkesine referans vermektedir. Bugün Gazze’de yaşananlar, bahse mevzu anlaşmanın tarihî ruhunu yeniden çağırmaktadır. Ne var ki günümüzde İslam dünyasının birçok başkentinde bu ruhtan eser bile bulunamıyor. Vicdanınsa artık uluslararası ilişkilerde manipülatif ve spekülatif ucuz bir malzeme haline gelmiş olması son derece düşündürücüdür.
Ablukanın İki Yüzü: Şiʿb-i Ebi Tâlib ve Gazze Örnekleri
Hz. Muhammed’in Risalet’inin ilk yıllarında, Haşimoğulları kabilesine uygulanan ‘toplumsal temelli (ekonomik) abluka’, günümüz Gazze’sinin yaşadığı kuşatmanın erken bir benzerini hatırlatmaktadır. Mekke müşriklerinin ileri gelenleri Hz. Muhammed’i (sav) ve O’na inanları davasından vazgeçiremeyince tıpkı İsrail’in bugün Filistinlilere yapıldığı gibi Nebi’yi içinde doğup büyüdüğü toplumdan izole etmeye karar verdiler. İnananları yıldırmak, aç bırakmak, tecrit etmek ve yalnız bırakmak için akrabalık ilişkileri, ticaret ve gıdaya ulaşım gibi temel gereksinim yollarını kesmişlerdi. Kaynakların anlatısına göre bu karar bir anlaşma metni haline getirildi ve Kâbe’nin duvarına asıldı. O yazı orada durdukça boykot geçerli sayılacaktı. Yani zulüm, kutsal bir mekanda, ‘kutsal’ bir metinle meşrulaştırılmıştı. Hz. Peygamber’in Müslüman olmayan ama O’na karşı vicdani sorumluluğunu yerine getiren amcası Ebu Tâlib, kabilesini, yeğenini ve inananları kendi oturduğu mahalleye yerleştirdi. Abluka kısa sürede uygulamaya koyulmuş ve Müslümanların dışarıyla bağlantısı kesilmişti. Yaklaşık üç yıl süren bu izolasyon döneminde müminler stokları tükenince ağaç yaprakları yemek ve gece yarıları gizlice su bulmak gibi çarelere müracaat etmişlerdi.
Abluka, teslimiyetten öte ‘imanın dayanıklılığı’na dönüşmüştü. Şiʿb-i Ebi Tâlib/Ebu Tâlib Mahallesi’nde sabır, sadece beklemek değil direnişin (Arapça, sumûd) adı olmuştu. Bu esnada Kureyş’in içinden bazı yürekli insanlar bu utançla daha fazla yaşamak istememişler; gizlice bir araya gelerek boykotu sona erdirmek için seslerini yükseltmeye başlamışlardı. Diğer yandan yine vicdanlı bazı müşrikler gizlice Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yardım ulaştırmaya çalışıyorlardı. Bunlardan bazıları amacına ulaşıyor bazılarıysa yakalanınca kötü muamelelere maruz kalıyorlardı, lâkin vazgeçmiyorlardı. -Bugün Gazze protestolarında İtalya’dan Norveç’e kadar olduğu gibi- onlar Müslüman değildi ama zulmün sessiz tanığı olmamayı seçmişlerdi. Gazze’nin sesini duyuran, onlara bir parça da olsa ihtiyaç malzemesi ulaştırmaya çalışan, filoya ismini veren “sumûd” felsefesi de bu tarihî bilincin çağdaş karşılığıdır. Sumûd, bir eylemsizlik hali değil; kuşatma altında bile varlığını, kimliğini ve adalet inancını koruma bilincidir. Bugün “Sumûd Filosu” denizlerde ilerlerken, aslında o vadide yankılanan sabır duasını da taşımış, zulme karşı insanlık onurunu, bir sivil direniş/sumûd örneği sergileyerek, deniz yolculuklarında yanlarında götürmüşlerdi.
Hudeybiye ile Gazze Arasında: ‘Stratejik Sabır Diplomasisi’
İslam diplomasisinin en öğretici dönemeçlerinden biri olan ve 628 yılında imzalanan Hudeybiye Anlaşması, bazen zaferin hemen gelmeyeceğinin, sabır ve doğru adımlarla olgunlaştıktan sonra ulaşılacağının en güzel örneğidir. Tamamıyla barışçıl bir niyetle Hz. Muhammed ve O’na inanan bin beş yüz civarındaki Müslüman, Mekke’ye dini görevlerini yerine getirmek için yola çıkmışlardı. Fakat Mekke’ye yaklaşmışken yolları Mekkeli müşriklerce kesildi. Müslümanlar, herkesin gönül rahatlığıyla girdiği Mescid-i Haram’a (Mekke/Kâbe) sokulmamışlardı.
Uzun süren diplomatik müzakerelere rağmen, son derece inatçı olan Mekkeli müşrikler savaş yolunu tutup düşmanca tavır takınırken, Hz. Peygamber’in dirayetli duruşu, barış ve uzlaşının taraftarı olmasıyla nihayetinde bir anlaşma imzalanmıştı. Dışarıdan bakıldığında bu anlaşma bir geri adım veya yenilgiyi kabulleniş gibiydi. Anlaşma metninden Mekke’ye girememe şartı, sığınanların iadesi ve “Resûlullah” unvanının çıkarılması gibi bazı maddeler, o an orada bulunan sahabîleri derinden sarsmıştı. Gelen itirazlara Allah Resulü sükûnetle cevap vermiş ve kendilerini Allah’ın zafere ulaştıracağına inanmalarını telkin etmişti.
Hudeybiye, İslam diplomasisinde -bizim ifademizle- bir ‘stratejik sabır’ simgesidir. O anlaşma görünürde taviz; gerçekte zaman kazanmak, toparlanmak, daha güçlü ve kesin bir dönüşle dönmekti. Nitekim iki yıl sonra Mekke fethedildiğinde, Hudeybiye’nin diplomatik bir zafer olduğu ortaya çıktı. Bu noktada -İsrail’in süreci sabote etme niyet ve gayretlerine rağmen- Gazze’de sağlanan ateşkes de Müslüman dünya ve vicdan sahipleri açısından benzer bir dönemeçtir. Bugün gerek televizyon ekranlarında gerekse diğer mecralarda ateşkese ‘zafer’ veya ‘yenilgi’ etiketi yapıştırmak, Hudeybiye Anlaşmasını ve stratejik sabrı tam kavrayamamaktır. İslam Tarihinin de defaten gösterdiği gibi, İslam diplomasisinde zafer, silahların susması değil, hakikatin ayakta kalması ve sürdürülmesidir.
Gazze’de bugün imzalanan ateşkes sabırla yürütülür, Gazze’nin direniş bilinci korunur ve diplomasi müessesi ve süreçleri bu bilincin hizmetine girerse, Hudeybiye gibi bir stratejik zaferin kapısını aralayabilir. Ancak bu sürecin başarısı, yalnızca Gazzelilerin değil, ümmetin diplomatik ahlâkının yeniden inşasına bağlıdır. Hz. Peygamber, düşmanıyla masaya oturduğunda intikam almaktan ziyade adalet zeminini terk etmemiş, onurlu ve akılcı bir strateji izlemiştir. Diplomasi onun elinde bir teslimiyet değil, ‘erdemli bir denge sanatı’ olmuştur. İslam diplomasisi, Eurocentric reelpolitiğin aksine, çıkar değil ilke odaklıdır; güç değil meşruiyet temellidir. Bu prensipler İslam Diplomasisinin en temel ilkeleri arasında yer almaktadır.
Hudeybiye’den Sonra Mekke’nin Yalnızlaşması Bugün İçin Bir Uyarıdır
Hudeybiye sonrasında Kureyş, bölgesel meşruiyetini kaybetmiş; çevre kabileler artık onları ‘barışa yanaşan ama güven vermeyen’ bir güç olarak görmeye başlamıştı. Bu süreçse Kureyş-Mekke açısından temelde siyasi yalnızlaşmayla sonuçlanmıştı. Bugün İsrail için de benzer bir diplomatik yalnızlaşmanın söz konusu olduğu ifade edilebilir. Ayrıca İsrail de bu süreçte tüm dünya ülkeleri ve halkları nezdinde meşruiyetini ve yıllarca yılmadan sürdürdüğü Holokost gibi masumiyet zırhlarını kaybetmiş durumdadır. İsrail, toplumlar açısından ne barışına ne ateşkesine güvenilen bir devlettir. Diplomatik nezaket ve uluslararası hukuka riayetten uzak olan İsrail, uluslararası hukukta devlet olma kriterlerini belirleyen Montevideo Sözleşmesi açısından bile devlet olma nitelikleri bakımından bile sorgulanır durumdadır. Burada şunu belirtmekte yarar var: Eğer Gazze ateşkesi uluslararası toplumun vicdanında adalet çağrısını büyütürse, Hudeybiye sonrasına benzer bir meşruiyet kırılması sürecini İsrail’in aleyhine başlatabilir. Buna karşılık İslam dünyası Gazze’nin direnişini sadece duygusal bir sembol düzeyinde bırakır, diplomatik sahada ortak bir söylem geliştiremezse ve sadece maddi ve ayni yardımlarla yetinirse, Hudeybiye’nin stratejik derinliğini değil, Uhud’un dağınıklığını tekrardan tecrübe edecektir.
İslam Diplomasisinin Çağdaş Yeniden İnşası Nasıl Olmalıdır?
Gazze ateşkesi, İslam diplomasisinin yeniden çağdaş normlarla inşası için bir ahlâkî testtir. Hz. Muhammed’in üç dönemde (Hılfu’l-Fudûl, Şiʿb-i Ebi Tâlib, Hudeybiye) ortaya koyduğu diplomatik tutumlar, bugün bize üç temel ilkeyi sunmaktadır:
- Mazlumun yanında olma iradesini ve ittifakını ortaya koymak; adalet temelli dayanışma ve Hılfu’l-Fudûl Ruhu.
- Kuşatmayı inançla aşma bilincini sergilemek adına ‘Stratejik Sabır’ ve Şiʿb-i Ebi Tâlib Ruhu.
- Sabırla kazanılan zafer anlayışını geliştirmek, stratejik diplomasi ve Hudeybiye Ruhu.
İslam tarihinin bize tevarüs eden bu üç mirası, çağdaş İslam diplomasisinin omurgasını oluşturmaktadır. Bu noktada Gazze ateşkesi, eğer bu tarihî hafızayla okunursa, sadece bir savaş molası değil, kuşkusuz adaletin yeniden hatırlandığı bir diplomasi manifestosu haline gelebilecektir. Gazze’nin çocukları bugün hâlâ enkazlar arasında oynuyor olabilir; ama tarihin aynası bize şunu aksettiriyor: Zulüm geçici, adalet kalıcıdır. Hılfu’l-Fudûl’den Hudeybiye’ye uzanan diplomasi geleneği, bugün Gazze’de “sumûd” adıyla yeniden can bulmuştur. Bu ise sadece bir coğrafyanın değil, bir medeniyetin vicdan testidir.