Postkolonyalizmin Grameri: Özensiz Sorular Öznesiz Cevaplar

İslam dünyası içinde Türkiye, doğrudan ve fiilen askeri ve siyasi anlamda kolonyal bir süreç ve tecrübe yaşamamış nadir ülkelerden birisidir. Ancak zihni bir işgale, kültürel bir hegemonyaya, siyasi angajmanlara, bilimsel monopole ve entelektüel bir tekele hapsolması Türkiye’nin postkolonyal bir tecrübe yaşamasına neden olmuştur. Postkolonyal tecrübe, dünyanın merkezinden çevresine itilmek, merkeze göre yaşamak, merkezin kodlarına göre düşünmek, merkezin dil, kavram ve söylem çerçevesi içinde konuşmak ve merkeze göre hareket etmek anlamına gelmektedir. Burada merkez, birinci dünya ülkelerini, dünyanın baskın güçlerini, iktidar sistemlerini, müesses nizamı ve iktidarın temerküz ettiği konumları işaret etmektedir. Çevrenin, merkezdeki güce göre hareket etmesi, onu özne olmaktan çıkarmakta, varlığını silikleştirmekte, hayatını anlamsızlaştırmakta, geleceğini karartmaktadır. Bunun en belirgin göstergesi ise dilde meydana gelen değişimlerdir. Dilin belli bir sistem dâhilinde iş görmesini sağlayan gramer, postkolonyal tecrübeden sonra grameri, egemen merkezin, mantık, kavram ve söylem dairesinin oyuncağı haline getirmekte, çevreyi de bu oyuncakla meşgul olan oyunculara dönüştürmektedir. Wittgenstein’ın dil oyunları ve aile benzerlikleri kavramsallaştırmasına benzer şekilde, postkolonyal mekanizmalar yeni bir gramer oyunuyla çevrenin karşısına çıkmaktadır. Bu gramer oyunu sayesinde artık merkez çevreye dışarıdan bir şey dayatmamakta, çevre merkezin istediklerini içeriden dile getirmektedir. Çünkü artık kurduğu cümlelerin öznesi olmaktan çıkmıştır.
Kurduğu cümlenin öznesi olmaktan çıkmak ne demektir? Postkolonyalizm üzerine Türkçeye tercüme edilmiş yeni (2024) bir kitabın girişinde bazı sorular gündeme getirilir: Kendi insanlarınızın, öyle ya da böyle, hayatın akışının, olayların merkezinin daima dışında bırakıldığını hissettiniz mi? Hiç cümleye “ben” diye başladığınızda, o “ben”in sizi değil de başkasını ifade ettiğini düşündünüz mü? Ya da kurduğunuz cümlenin öznesinin kendiniz olmadığını? Konuştuğunuzda ya da konuşmaya çalıştığınızda, daha söze başlamadan sizin adınıza konuşulduğunu hissettiniz mi hiç? Ya da başkaları konuşurken sohbete dâhil edilmediğinizi, sizin sadece onların sohbetinin nesnesi olduğunuzu hissettiniz mi? O konuşanların, meseleleri nasıl yorumladığınızı, bunların sizin için ne anlama geldiğini anlamayı denemeyi bile akıllarından geçirmediklerini fark ettiğiniz oldu mu? Kısaca, başkalarının dünyasında, başkaları için var olan bir dünyada yaşadığınızı düşündünüz mü hiç? (Young, Postkolonyalizm, s. 11-12) Postkolonyalizmin gramerini gündeme getirmeye çalışan bir yazının cevabını aradığı sorular da bunlardır.
Postkolanyal gramer bir cümlenin üç temel öğesi olan özne, nesne ve yüklem hakkında bir operasyonla işe başlar. Bir cümleye anlamını veren, öğelerinin göstergeleri değil, cümleyi kuranın iktidar mekanizmalarına mesafesidir. Cümleyi kuran, iktidar mekanizmalarına yakınlaştıkça cümle anlam kazanırken, iktidar mekanizmalarından uzaklaştıkça cümle anlamını yitirir. Cümlede yer alan özne iktidar mekanizmalarına yaklaştıkça kanlı canlı, iradesi ve özgürlüğü olan gerçek bir özneye dönüşürken iktidar mekanizmalarından uzaklaştıkça sözde bir özneye dönüşür. Postkolonyalizmin grameri, kurallarını, sınırlarını ve anlamını iktidarın belirlediği bir gramerin dâhilinde var olur. Bu gramerde, iktidardan uzaklaştıkça cümlenin öznesi artık kendiniz değilsinizdir. Postkolonyal gramer, iktidarın tahakkümü karşısında madun durumuna düşenlere öznesiz cümleler kurdurur. Bunun için Gayatri Chakracorty Spivak’ın “madun konuşabilir mi” sorusu can yakıcı bir sorudur. Çünkü konuştuğunuzda ya da konuşmaya çalıştığınızda, daha söze başlamadan sizin adınıza konuşulduğunu hissedersiniz. Madunun konuşamaması iki şekilde de olabilir. Ya başkalarının sizin adınıza konuşması karşısında imal edilmiş rızayı paylaşmak zorunda kalırsınız ya da başkalarının cümlelerini kendi cümleniz gibi sunarsınız. İlk seçeneğe karşı itiraz etme bilinciniz daha yüksekken –zira bir şeye maruz kalma psikolojik olarak o şeye itiraz etme bilincini artırır- ikincisi çok daha tehlikelidir. Başkalarının cümlelerini ya da söylemlerini kendi cümleniz veya söyleminiz olduğunu düşünmeniz ise – özgürce konuştuğunuz yanılgısı kurguladığı için – çok daha tehlikelidir. Zira postkolonyal gramerde özne cümle kurmaz, cümleye dâhil edilir. Konuşmaz, onun adına konuşulur.
Postkolonyal gramerde kurduğunuz cümlenin öznesi kendiniz olmadığınız için soru cümlesinin olması a priori olarak mümkün değildir. Zira her soru, bilme istenci olarak doğrudan iktidarın tekelinde olduğu için ancak muktedirlerin inisiyatifindedir. Çünkü sadece özneler gerçek soru sorabilir. Örneğin karakolda soruyu polis sorar. Sorulan sorulara cevap verme durumunda olan kişi zanlıdır. Mahkemede soruları hâkim sorar, sanık sadece sorulan sorulara cevap vermek durumundadır. Polis ve mahkeme iktidarı sembolize ederken zanlı ve sanık iktidarın sorularına boyun eğen zayıfları sembolize ederler. Bunun için postkolonyal gramerde soru cümlesi bulunmaz. Soru ile cevap arasında da diyalektik ve hegomanik bir ilişki vardır. Her sorunun kendi cevabını üretmesi ilişkinin diyalektik yönünü gösterirken, cevabın soruların sınırları içinde olması da hegomanik yönünü gösterir. Başkalarının sorularına maruz kalmak başkalarının dünyasında, başkaları için var olan bir dünyada yaşadığınızın ispatı haline gelir. Sorunun meşruiyetini sorgulamadan (sorgulamak da soru sorabilme sayesinde mümkün olan bir şeydir) cevabın kabulünü arzulamak bir garabetin içine düşmek ancak postkolonyal gramer sayesinde mümkün olur.
“Geri zekâlı mısın sen?” sorusu gibi bir soru zekâ seviyenizi tartışamaya açmak anlamına gelir. Bu soruya nasıl cevap verirseniz verin, bir şekilde zekâ seviyenizin tartışıldığı konunun bir parçası haline gelirsiniz. Bir kere zekâ seviyeniz tartışmaya açılmıştır. Bu sorunun sorulmasına izin verdiyseniz ya da sorunun meşruiyetini sorgulamadığınız takdirde verdiğiniz cevabın artık hiçbir önemi yoktur. Geç-Osmanlı’da ve erken Cumhuriyet döneminde tartışılan pek çok konu, başkalarının sorularına öznesinin biz olmadığımız cümlelerle cevap verme acziyetinden başka bir anlama gelmez. “Din terakkiye mani midir, değil midir?”, “Din-felsefe çatışmasını nasıl çözebiliriz?”, “İslam’da kadının konumu ve değeri var mıdır?”, “Din, bilimle çatışırsa hangisini kabul edeceğiz?” gibi soruların bizim kendi sorularımız olduğunu iddia edebilir miyiz? Verdiğimiz cevapların farklılığına göre ikiye bölünmemiz de, iki cenah arasında gerçekten bir fark olduğu yanılgısına sürükledi bizi. Hâlbuki soruyu soran biz olmadığımız takdirde verilen cevapları farklı olmasının hiçbir anlamı yoktu.
“Din terakkiye mani midir, değil midir?” sorusundaki din İslam, terakki de muasır medeniyetler seviyesi olduğunu, dönemin münevverlerinin hemen hepsi bilmesine rağmen, içine düştükleri zafiyetler dolayısıyla sorunun meşruiyetini sorgulamak yerine cevap vermeye maruz kalmışlardı. Muasır medeniyetler seviyesini temsil eden Batı coğrafyası iktidara yaklaştığı, muktedir olmaya başladığı andan itibaren soru sorma imtiyazını elde etmiş, mağluplardan ise cevap vermelerini istemişti. 2015’te Viyana Üniversitesi, 650. yıl dönümünü “Wir stellen die Fragen. Seit 1365” sloganı ile kutlamıştı: “1365’ten beri soruları biz sorarız.” Batının sorduğu sorulara “en iyi” cevaplar verme telaşında olan postkolonyal üniversitelerin anlayamayacağı bir cümledir bu. Zira gramerinde soru cümlesi olmayınca 650 yıldır neden soruları sadece onlar soruyorlar diye bir soru da soramayacaktır.
Talal Asad, Seküler Çeviriler’de Fransa’da başörtüsü takan öğrencilerin durumunu araştırmak üzere kurulan Stasi Komisyon’unun sorularıyla istenilen cevapları nasıl imal ettiklerini şöyle anlatır: “Komisyonun öğrencilerin isteklerine gösterdiği ilgi, istekler arasındaki bir ayrımda ifade bulmuştu: Başörtüsü takmayı gerçekten istemeyenler ile isteyenler diye bir ayrım vardı. Kendi kendini yöneten bir aracının istencine işaret eden bu “sahici istekler”in nasıl deşifre edildiği tam manasıyla açık değildir; oysa geleneksel anne babaların ve cemaatlerin uyguladığı baskıya atıf yapılmıştı ve bu meyanda bazı ifadelerin komisyonda da dile getirildiğini varsayabiliriz. Gelgelelim, öğrencilerin “gerçek” isteklerine gösterilen ilgi, sadece başörtüsü takan kız öğrenciler için geçerliydi. Başörtüsü takmayan kız öğrencilerin “gerçek” isteklerini saptamaya hiç kafa yorulmadığı gözüküyordu. Bazılarının içten içe başörtüsü takmak istediği, ama Fransız akranları veya sokaktaki insanlar ne düşünür, ne der diye çekindikleri için bunu yapmaktan alıkonmuş olması gayet mümkündür. Veya bilinçsizce de olsa sadece “modern” olmak istiyorlardı. Komisyon için sadece görünüş yeterliydi: Kamusal alanda takılmış bir başörtüsünün olmaması, söz konusu kişinin hiçbir şekilde başörtüsü takmak istemediği anlamına geliyordu. (Aracılığın kökeni olan) “istek” kesin olarak keşfedilmez, semiyotik olarak inşa edilir.” (s. 85)
Müslüman bir kültür, tarih ve gelenekle yoğrulmuş bir ülkede başörtüsü takma nedenlerini “akademik” gerekçelerle araştırmak, nedenlerini sorgulamak ya da anlamaya çalışmak postkolonyal gramerin dublaj cümle kurma pratiğidir. Zira başörtüsünü patolojik ya da anormal bir durum olduğu varsayımından yola çıkarak söz konusu bu patolojik veya anormal durumun nedenlerini sorgulamakta veya anlamaya çalışmaktadır. Çünkü “neden başörtüsü takıyorlar” sorusu, başörtüsü takma eylemini kategorik olarak anormal olarak kodlayan bir sorudur. Bu soruya hangi cevabı verirseniz verin nihayetinde sorunun habis ruhu ve gölgesi hiçbir zaman peşinizi bırakmayacaktır. Bütün cevaplar, sorunun gramatik sınırları içinde kaldığı sürece verdiğiniz cevabın ne önemi olabilir ki?
Netice olarak postkolonyal gramerin en yıkıcı yönü, öznesiz cevaplarla meşgul bir zihin inşasıdır. Eğer sorular kendi varoluşunuzdan, tarihinizden, kültürel kodlarınızdan ve ontolojik özünüzden doğmuyorsa, verdiğiniz hiçbir cevap sizi özgürleştirmeyecektir. Çünkü özgürlük, öz’ün gürleşmesidir. Yani ancak kendi gramerinizde kurduğunuz bir soruya, kendi öz’ne’liğinizle cevap verdiğinizde özgür olabilirsiniz. Aksi hâlde ne sorduğunuz sorular sizin sorularınız, ne verdiğiniz cevaplar sizin cevaplarınızdır. Soru öz’ensiz, yani kendi öz’ünüzden kopuk olursa cevap da öznesiz olabilir ancak. Ya da özü’nüzden hiçbir engele takılmadan gür bir şekilde akan sorulara öz’ne olarak cevap verilebilirsiniz. Bu da öz’ün gürleşmesiyle mümkün olabilir. Yani öz’gür’lük’le.