Ayağı Çıplak İmanın Tanklara Galebesi

Yakın vakitlerde, yeryüzünün en ileri teknolojileriyle donanmış tankların, ayağı çıplak, yırtık elbiseli, ellerinde sadece kararlılık ve iman olan Filistinli gençler tarafından sokak sokak kovalandığına şahit olduk. Kimimiz bir ekrandan, kimimiz bir kameranın merceğinden bu manzarayı izledi; ama aslında tarihin derin bir yankısıydı bu. Bu çağda tank, orduların kibirli simgesi; ama enkaza dönmüş Gazze’nin dar sokaklarında, o tanklar birer metal yığınına, birer korkak makineye dönüşüyordu. Onları yürümez kılan şey, bir kurşun değil, bir secdeydi belki de…
Tarih, Gazze toprağında bir başka direnişe daha tanıklık etmişti. 1917’de İngilizler, ilk defa “Mark 1” adlı tanklarını Osmanlı askerlerine karşı Gazze’de kullanmıştı. Fakat baldırı çıplak, gönlü kavi Mehmetçik, tüneller kazmış, o çelik İngiliz canavarları yerin dibinde boğmuştu. Bu savaş tarihe “Gazze Muharebeleri” olarak geçmişti. Yüzyıl sonra aynı toprakta, aynı ruh hâlâ nefes almakta, hâlâ dirilmekte, hâlâ secdeden kalkıp adım atmaktadır…
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle seslenir: “Nice peygamber, Allah’a adanmış rabbani insanlarla birlikte düşmana karşı savaştı. Onlar Allah yolunda çektikleri sıkıntılar karşısında ne yılgınlığa düştüler, ne de düşmanın önünde eğildiler. Çünkü Allah sabredenleri sever.” (Âl-i İmrân / 146)
Bu ayetin ete kemiğe bürünmüş halidir Gazze. Yürekler yaralı, bedenler aç, ama ruhlar ayakta. Ne barut korkutabiliyor onları, ne de beton duvarlar hapsedebiliyor iradelerini. Çünkü onlar bilirler: Bir insanın sırtında taşıdığı en ağır yük, Allah’a olan sözüdür.
Ve yüce Allah bir başka ayette şöyle buyurur:
“Onları yurtlarından çıkaran Allah’tır. Siz onların bu kadar çabuk teslim olacağını düşünmemiştiniz. Onlar da kalelerini kendilerini koruyacak sanmışlardı. Fakat Allah onlara hiç beklemedikleri bir yerden geldi. Kalplerine korku saldı…” (Haşr / 2)
Korku… Modern savaş doktrinlerinde yeri yoktur onun. Ne stratejik analizlerde, ne mühimmat hesaplarında… Ama bir gerçek var: O tankların içindekiler, çıplak ayak seslerinden ürküyor. Onların teknolojisi var; fakat ruhları yok. Gazzeliler ise, ruhtan başka bir şey taşımıyor üstlerinde…
Halid bin Velid (ra)’in Kisra’ya yazdığı mektubun yankısı hâlâ kulaklarımızda: “Sizin hayatı sevdiğiniz gibi, biz ölümü seviyoruz.”
İşte bu yüzden, Gazze bir hakikattir. Ne video oyunudur ne de propaganda filmi… Ve İslam, işte bu hakikati her asırda yeniden doğurur. Çünkü bu din, korkaklara değil; cesaretin, adaletin ve imanın dinidir. Ayakta kalmayı değil, eğilmeden yürümeyi öğretir. Dosdoğru istikamet üzere yürümeyi emreder.
Hatırla Ukbe bin Nâfi’yi (ra). Atlas Okyanusu’na vardığında, atını suya sürüp şöyle seslenmişti:
“Ya Rabbi! Şu deniz karşımda durmasaydı, Senin adını ulaştırmak için yeryüzünde yürümeye devam ederdim!”
Bu hikâyeler anlatı değil, hakikattir. İnançla yürüyenlerin önünde ne okyanus durur, ne de tank duvarı. Çünkü İslam bir yürek devrimidir; onu imanla çarpan her göğüs bilir…
Bugün Filistin sokaklarında, bir çocuğun pabuçlarını çıkarıp tankın peşinden koşması, Batı’nın bütün medya ve akademik tezlerinden daha gür bir haykırıştır. O çocuğun elindeki taş, Pentagon’un duvarlarına kadar sarsar aklı. Çünkü modern dünya ne kadar zırh döverse dövsün, ruhsuz bedenleriyle bir yere varamaz. O yüzden Batı’nın orduları çok büyük ama çok yalnız, çok silahlı ama çok korkaktır. Çünkü karşılarında maaş için değil, iman için savaşan insanlar var…
Ahzâb suresinde Yüce Allah şöyle der:
“Müminlerden öyle erler vardır ki Allah’a verdikleri sözde duranlardır; onlardan kimisi o yolda canını vermiştir, kimisi ise sırasını beklemektedir.” (Ahzâb / 23)
Soru şudur: O ayakları çıplak gençlerin eline her yüz düşman tankına karşı bir tank verilseydi ne olurdu? Acaba dünya, sahnede nasıl bir değişime tanıklık ederdi? Ama işte düşman da bilir ki, asıl korkulması gereken, o tank değil, o tanka doğru dua ederek yürüyen bir candır. Çünkü ölümden korkmayan, yalnız Allah’tan korkar…
Düşman da bilir ki asıl kudret silahta değil, yürekte saklıdır. Onlar, elinde basit bir silah olsa da imanla dolu bir neferden korkar; çünkü bilirler ki böyle bir yürek karşısında teknoloji susar, strateji çöker… Savaş meydanlarında, açlığın ve susuzluğun gölgesinde, modern silahlardan yoksun ama secdeden taviz vermeyen mücahitlerin direnişi, onların kalplerine titreme salar. Asıl korkulması gereken, düşmanın sahip olduğu üstün silahlar değil; bizim saflarımızda böyle yüksek bir inanca sahip yiğitlerin azlığıdır.
Batı medyasının ve satın alınmış bazı sözde din adamlarının bu destansı direnişi küçümseyen fısıltılarına kulak asmayın. Zira tarih, dün olduğu gibi bugün de gerçek kahramanlara şahittir; ve bu şahitlik, zamanın puslu aynasında silinmeden durmaktadır.
Hatırla… Trablusgarp çöllerinde, işgalci İtalya ordusuna karşı dimdik duran bir ihtiyar vardı: Çöl Aslanı Ömer Muhtar. Saçına ak düşmüş, gözlerine tefekkür sinmişti ama yüreğinde bir milletin izzeti, secdesinde ümmetin duası vardı. Herkes çökerken o kalkmış, herkes susarken o haykırmıştı.
Ama onun karşısında yalnız İtalyan süngüsü yoktu. Bir de kendi kavminden, kendi dilinden, kendi inancından olan bazı şeyhler vardı. Sarıklarını şöhrete, ellerini işgalcinin altınına kaptırmışlardı. Zalimle iş tutmuş, hakikate sırt çevirmişlerdi. Bugün de hatırla… Saflar aynı, maskeler farklı. Tarih, yalnız kahramanları değil, işbirlikçileri de unutmuyor.
Gazze’nin çıplak ayaklı çocukları, teneke diye küçümsenen füzeleriyle, iki asırdır inşa edilen sahte bir kudreti, kibirle yüceltilmiş bir ordunun efsanesini, “yenilmez” sanılan mitleri darmadağın etmektedir. Onların “en ahlâklı ordu” dedikleri kurgu, “Ortadoğu’nun tek demokrasisi” dedikleri masal, Gazze semalarında yankılanan tekbirlerle un ufak olmuştur.
Bu bir kurgu değildir. Ne yapay zekâdır, ne de bir video oyununun sanal heyecanı… Bu, apaçık bir hakikattir. Ve hakikat, inancını unutmamış bir topluluğun kalbinde kıvılcımlandığında, yeryüzündeki hiçbir teknoloji, hiçbir tank, hiçbir uydu, onun karşısında duramaz. Zira imanla yoğrulmuş bir halk ayağa kalktığında, yalnız şehirler değil, çağlar da yerinden oynar…
Ribî’nin Mızrağı, Gazze’nin Taşı
İşte tarih yeniden tekerrür ediyor. Ribî bin Âmir (ra), Kisra’nın komutanı Rüstem’in karşısında eğilmeden, zinetlere aldırmadan konuştuğunda, elindeki mızrağı ipek yastıklara sapladığında, aslında bir çağın çöküşünü başlatıyordu. Onun ne altın tahtı vardı, ne süslü libasları. Ama sözleri bir imparatorluğu yerle yeksan etti. Çünkü imanla konuşan bir dilin önünde, hiçbir süs, hiçbir şatafat ayakta kalamaz.
Ribî bin Âmir (ra)’in İslam tarihi kitaplarında geçen hikayesi şöyledir: “İran Kisrâsı Yezd-i Cürd’ün başkumandanı Rüstem, büyük bir ihtişamla İslâm ordusuna karşı hazırlıklarını tamamlamıştı. 34 bin kişilik mütevazı İslâm ordusuna karşı, İran’ın 80 bin yedekle birlikte 120 bin kişilik devasa ordusu vardı. Bu ordunun 30 bini, kaçmamaları için zincirlerle birbirine bağlanmıştı.
Ancak İslâm’ın yolu önce tebliğdi. Savaş meydanına varmadan evvel, düşman dine davet edilirdi. Bu usul gereği, Rüstem’e de elçiler gönderildi. Her defasında inkâr etti, her defasında yüz çevirdi.
Bir gün, elçi olarak Ribî bin Âmir gönderildi. Rüstem’in huzuruna çıktığında, göz kamaştırıcı bir manzarayla karşılaştı: Kadifeler, inciler, yakutlarla donatılmış salon, altından bir tahtta oturan Rüstem ve etrafında köle gibi dizilen adamlar… Lakin Ribî’nin ne kıyafeti yeniydi, ne de silahı parlaktı. Üzerinde sade bir elbise, belinde eski bir kılıç, elinde yıpranmış bir kalkan ve altında çelimsiz bir at vardı. Fakat o, bu debdebenin içinde gözünü kırpmadı. Çünkü onun gönlünde başka bir saltanat, başka bir yücelik vardı: Allah’a teslimiyetin izzeti.
Halılarla kaplı meydana gelince atından indi, ve hiç tereddüt etmeden atını sarayın direğine bağladı. Üzerinde zırhı, başında miğferi vardı. “Silahını bırak!” dediler. Ribî’nin cevabı nettir:
— Beni böyle kabul ediyorsanız konuşurum, yoksa döner giderim.
Saray erkânı bu cılız bedenin içinden yükselen vakur sözler karşısında şaşkınlığa düştü. Rüstem, “Bırakın konuşsun,” dedi. Ribî, ilerledi, mızrağını yere sapladı. Ucunu ipekli yastıklar delip geçti. Hiçbirinin Ribî için kıymeti yoktu. O, misyonunun vakarını düşünüyordu yalnızca. Yastıkları umursamadan yere oturdu.
Rüstem sordu:
— Söyle bakalım, ne getirdin?
Ribî şöyle dedi:
— Allah, kullarını kula kulluktan kurtarıp yalnız kendisine kul etmeye, dünyanın sıkıntısından kurtarıp ahiretin ferahına ulaştırmaya ve bâtıl dinlerin zulmünden İslâm’ın adaletine geçirmeye bizi memur etti. Kim bu dini kabul ederse kardeşimiz olur, geri döneriz. Kim etmezse, Allah’ın vaadine kavuşuncaya dek onunla savaşırız.
— Nedir Allah’ın vaadi?
— Ölen için cennet, sağ kalan için zafer.
— Peki, düşünmemiz için mühlet verir misiniz?
— Veririz.
— Ne kadar?
— En fazla bir ya da iki gün.
— Hayır, reislerimizle istişare edecek zaman gerekir.
Ribî bu defa kararlılıkla şu sözleri söyledi:
— Peygamberimiz bize, düşmanla karşılaştığımızda üç günden fazla mühlet vermememizi emretti. Bu sürede ya Müslüman olun, ya cizye verin, ya da savaşa hazır olun.
Rüstem tekrar sordu:
— Sen onların efendisi misin?
— Biz bir vücudun uzuvları gibiyiz. Müslümanlar birbirinin destekçisi ve tamamlayıcısıdır.
Rüstem, etrafındakilere dönüp sordu:
— Bu adamın sözlerinden daha etkileyici bir söz işittiniz mi?
Adamları öfkeyle karşılık verdiler:
— Allah seni onun dediğine meyletmekten korusun! O adamın üstünü başını görmedin mi? Böylesine giyinen birinin sözü mü olur?
Rüstem iç çekti:
— Yazıklar olsun size! Siz hâlâ elbiseye mi bakıyorsunuz? İnsanı değerli kılan elbisesi değil, aklı, fazileti ve sözüdür. Onlar yemeğe, giyime önem vermezler; onların kıymet ölçüsü akıldır, ahlâktır, inançtır.
Ve kısa bir zaman sonra, işte o Ribî gibi giyinenlerden oluşan 34 bin kişilik mü’minler ordusu, ihtişam içinde kuşanmış 200 bin kişilik İran ordusunu bozguna uğrattı. Medâin düştü. Ve böylece Allah Resûlü’nün duası yerini buldu, tarih bir kez daha imanla yazıldı…“
İşte bugün, Gazze’nin çocukları, o sözlerin mirasçısıdır. Onlar Halid’in, Ukbe’nin, Ribî’nin torunlarıdır. Ruhları şerefle kuşanmış, niyetleri arş-ı alâda yazılmıştır. Çünkü bilirler ki ölüm, son değil; vuslattır. Onlar için cennet, alınlarının secdeye vardığı ilk anla başlar… Tarihin her döneminde, Allah’a samimiyetle bağlı bir avuç inanmış insan, nice imparatorlukların seyrini değiştirmiş, çağların yönünü tayin etmiştir. Ve bugün de dünya yeniden onları beklemektedir…
Hasıl-ı kelâm, bu ümmetin süper kahramanlara değil, süper imanlara ihtiyacı var. Batman değil, Hamza gerekir. Hulk değil, Ali gerekir. Süpermen değil, Battalgazi gerekir. Hayali figürlerle değil, hakikatin erleriyle yürümeliyiz. Çocuklarımızı çizgi romanlarla değil, Ribî bin Âmir’in mızrağını sapladığı yastığın hakikatiyle büyütmeliyiz. Çünkü imanla yürüyen bir millet, zırhla kuşanmış imparatorlukları yıkmaya her zaman kadirdir…