Prof. Dr. Muhammed Muhtar Şankıti ile Röportaj

İslam Dünyası’nın son dönem yetişen en önemli akademisyen, düşünür ve şairlerden biri olan Prof. Dr. Muhammed Muhtar Şankıtî ile odağında; düşünce, siyaset ve İslam Dünyası’nın sorunlarını içeren bir söyleşi gerçekleştirdik. İslam, Demokrasi ve Laiklik üzerine düşünceleri, Müslüman toplumlardaki gayrimüslimlerle ilişkilerin nasıl olması gerektiği, Müslüman düşünür, aydın, alim ve hocaların günümüz meselelerine bakışındaki problematiği, ne tür çözüm önerilerinde bulunduklarını, İslam Dünyasının son iki yüzyıldır yaşadığı krizin nedenlerini, krize dönük çözüm yaklaşımını, İslam Dünyası’nın halihazırda yaşadığı dönemi nasıl tanımladığını ve 20.Yüzyıl İslam Düşünürleri isimli kitabını konuştuk.
Halen Katar Üniversitesi Uluslararası İlişkiler’de Profesör olan Şankıtî, Moritanya doğumlu olup, uzun yıllardır Katar’da yaşıyor ve Al Jazeera sitesinin yazarları arasında bulunuyor. Uzmanlık alanı; uluslararası ilişkiler, dinler tarihi, stratejik araştırmalar, siyaset fıkhı, siyaset felsefesi, fıkıh ve İslam Edebiyatı’dır.
MÜSLÜMAN ÇOĞUNLUĞUN YÖNETİMİ ELİNDE BULUNDURMALARI, GAYRİMÜSLİM VATANDAŞLARA ZULÜM VEYA ADALETSİZLİK ANLAMINA GELMEMELİDİR
“Laik Olmayan Bir Demokrasi” isimli kitabınızda, Demokrasi ve Laikliği birbirinden ayırıyor ve İslam Dünyasının içindeki dini ve siyasi çoğulculuk ile çoğunlukçuluğa binaen daha fazla özgürlük, daha fazla İslam önermesinde bulunuyorsunuz. Hristiyan, Ateist, Dürzi, Kürt ve Fars için laik olmayan bu modelinizi ve daha fazla özgürlük, daha fazla İslam mottonuz pratikte nasıl uygulanabilir?
Kitabımın temel amacı, bazı insanların demokrasi ile sekülarizmi özdeşleştirmesi şeklindeki yaygın yanlış anlamayı gidermekti. Oysa bu iki kavram, hem mantıksal hem de tarihsel açıdan birbirinden farklıdır. Demokrasi, çoğunluğun yönetimidir. Dolayısıyla her demokraside anayasaların, yasaların ve kurumların toplumun çoğunluğunu oluşturan grupların değer sistemini yansıtması ve bunu absorbe etmesi doğaldır.
Demokrasi, kültürel ya da toplumsal bir boşlukta yeşermez. Devlet, sadece soyut bir prosedür değildir; bilakis her toplumun kültürel ve tarihsel kimliğinde köklü şekilde yerleşmiş sosyal mücadelelerin ürünüdür. Eğer demokrasi çoğunluğun yönetimiyse, Müslüman çoğunluğun da kendi İslami değer sistemini anayasalara, yasalara ve kurumlara yansıtma hakkı vardır – tıpkı diğer demokrasilerde olduğu gibi.
Ne var ki bugün İslami kimlik, uluslararası güçlerin tarihsel olarak düşmanca tavırlarının, yerel sekülerist güçlerin ve dini ya da dini olmayan bazı azınlıkların dayatmalarının hedefi hâline gelmiştir. Ben buna “şımartılmış azınlıklar ve aldatılmış çoğunluklar denklemi” adını verdim. Bu denklem, demokratik ilkeyle temelden çelişir.
Müslüman çoğunluklar, kendilerine adaletli davranmalı, kendi haklarını teslim etmelidir; fakat bu, gayrimüslim vatandaşlara karşı zulüm veya adaletsizlik anlamına gelmemelidir. Zira Müslümanlar, gayrimüslim vatandaşlarla güçlü akrabalık, kültür, tarih ve coğrafya bağlarını paylaşmaktadır. Çoğunluğun kendisine karşı adaletli olması, hem azınlığın hem de çoğunluğun yararınadır. Çoğunluğun bastırılması üzerine inşa edilen hiçbir siyasi sistem istikrarlı olamaz; bu, ertelenmiş bir iç savaşın projesidir.
Kitabımda, dünyanın en iyi demokrasilerinden bazıları –örneğin Kuzey Avrupa ülkeleri– anayasalarında Lutheran Hristiyanlığı resmî din olarak belirlemiş ve diğer dinlere üstünlük tanımıştır. Güney Amerika’daki bazı demokratik ülkeler Katolikliği resmî din olarak ilan etmiş, Katolik kilisesine özel bir statü vermiştir. Bazı Asya ülkeleri Budizmi resmî din ilan etmiş ve Budist kurumları desteklemiştir.
Peki, neden Müslüman çoğunluklu ülkeler kendileriyle ve dinleriyle barışmasın? Gayrimüslim ülkelerdeki Müslüman azınlıklar buna itiraz etmiyorsa, Müslüman ülkelerdeki gayrimüslim azınlıklar hangi hakla İslam’ın ve Müslümanların anayasal önceliğine itiraz edebilir?
Nitekim kitabımda atıfta bulunduğum bazı araştırmacılar, Müslüman ülkelerde demokrasinin kapsamı genişledikçe, İslam’ın kamusal alandaki varlığının da arttığını, buna karşılık yöneten elitlerin sekülerist bir modeli dayattığı durumlarda demokrasinin alanının daraldığını belirtmiştir. Bu olgu, modern Türkiye’nin, Tunus’un ve başka pek çok Müslüman çoğunluklu ülkenin tarihinde açıkça görülebilir.
Profesör Noah Feldman ve Roman Martinez’in dediği gibi: “Daha fazla demokrasi, daha fazla İslam demektir.”
GÜNÜMÜZ İSLAM ZİHNİ, HÂLÂ TEORİK SOYUTLAMALARIN ESARETİNDEDİR; ÜMMETİN MESELELERİYLE PRATİK BİR İLİŞKİ KURAMIYOR
Siz uluslararası ilişkiler uzmanı olduğunuz kadar “Siyasi Fetvalar” “Siyaset Fıkhı” ve “Bir Yönetim Strateji Biçimi olarak Sünnet” eserleriniz ile meselelere kafa yoran ve bunları klasik paradigmanın dışında güncelleyen bir perspektife sahipsiniz. Sizin gibi entelektüeller varolmasına rağmen, İslam Dünyasının âlimi, aydını, hocası, yazarı, eğitimcisi ve düşünürünün çoğunluğu fıkhı, fetvayı, sünneti ve siyaseti günümüze teşmil edememesini neye bağlıyorsunuz? Bu aktörler bu sorunu nasıl aşabilirler?
Övgünüz için teşekkür ederim; bu, benim hak ettiğim bir şey değil, sadece sizin cömertliğinizin bir yansımasıdır. Sorunuza cevap olarak şunu söyleyebilirim: Günümüz İslam zihni hâlâ teorik soyutlamaların esaretindedir; ümmetin meseleleriyle pratik bir ilişki kuramıyor. Malik Bin Nebi’nin “pratik mantık” dediği şeyden yoksundur.
Müslüman düşünürler son zamanlarda dikkat çekici teorik eserler ortaya koymuş olsalar da teori ile pratik arasındaki boşluk hâlâ geniştir. Bunun sebeplerinden biri de çoğu İslam toplumlarında, özgürlüğün yokluğundan kaynaklanıyor. Çünkü yalnızca özgürlük, fikirlerin çapraz döllenmesine ve pratik deneyimin sınavına tabi tutulmasına imkân verir.
İKİ YÜZYILDIR İSLAM ÜMMETİNİN KRİZİ AŞAMAMASININ BAŞLICA NEDENİ, MÜSLÜMAN SEÇKİNLERİN STRATEJİK FARKINDALIK EKSİKLİĞİNDENDİR
Siz hem Batı dünyası hem de İslam Dünyasının elitlerini yakından takip eden bir akademisyensiniz. Samuel Huntington, John Mearsheimer, Henry Kissinger, Kishore Mahbubani, Yusuf Karadavi, Aleksandr Dugin, Salman Sayyid, Jaber al-Harmi, Taha Abdurrahman, Muhammed el-Kubeysi, Davud Ahmet, Wadah Khanfar gibi. İslam Dünyasının iki asırdır içinde bulunduğu krize yönelik Müslüman elitler hangi teorileri sunuyorlar ve bu teorilerin krize dönük çözümlerini nasıl buluyorsunuz?
Bu, derin ve zor bir sorudur. Osmanlı İmparatorluğu’ndan, Mısır’dan, Hint altkıtasından ve tüm İslam dünyasından 19. yüzyılın başından itibaren Müslüman düşünürler bu soruya cevap aramışlardır. Ben onların teorilerini kısa bir cevapta özetleyemem; onlarınkinden daha iyi bir cevaba da sahip olduğumu iddia edemem.
Sadece kendi kanaatimi ekleyebilirim: Bana göre, İslam ümmetinin son iki yüzyıldır krizini aşamamasının başlıca nedeni, Müslüman seçkinlerin stratejik farkındalık eksikliğidir. Bu eksiklik, çabaların boşa gitmesine yol açmıştır.
MÜSLÜMAN HALKLARIN ÖDEDİĞİ BEDELLER İLE ORANTILI SONUÇLARI ALMAMIZ İÇİN, BİR STRATEJİK KÜLTÜR İNŞA ETMELİYİZ
Stratejik düşünce, çabayı doğru yöne kanalize etmek için zorunludur. Gerçekten de Müslüman halklar, diriliş peşinde son iki yüzyılda muazzam çabalar göstermiş, büyük fedakârlıklar yapmışlardır. Fakat bu çabaların çoğu, doğru bağlama yerleştirilmemiş, derin bir stratejik bilinçle yönlendirilmemiştir. Bunun sonucu olarak fedakârlıklar, meyvelerinden çok daha büyük olmuştur.
20.Yüzyıl ortasında Cezayir halkının devrimde verdiği fedakârlıkları, son kırk yıldır Afgan halkının bedellerini ve bugün Filistin halkının çektiği acıları hatırlamak bile yeterlidir. Dolayısıyla, fedakârlıklarla orantılı sonuçlar sağlayacak bir stratejik kültür inşa etmemiz gerektiğine inanıyorum.
AKLIM ONLAR ARASINDA BÖLÜNMÜŞ OLSA DA, KALBİM MUHAMMED İKBAL’E MEYİLLİDİR
“20. Yüzyılın Seçkin İslam Düşünürleri” adlı kitabınızda Muhammed İkbal, Malik Bin Nebi, İsmail el-Faruki, Aliya İzzetbegoviç, Muhammed Esed, Muhammed Hamidullah ve “Kur’an’ın Filozofu” diye tanımladığınız Muhammed Abdullah Draz’ı öne çıkarıyorsunuz. Bu isimlerin İslam düşüncesine katkılarını ve modernleşme ile Batılılaşmaya dair sundukları çözümleri dikkate aldığınızda, sizce hangilerinin fikirleri daha uygulanabilir ve gerçekten sadra şifa verici niteliktedir? Bu isimleri seçmekteki amacınız neydi?
Bu seçkin şahsiyetler arasında tercih yapmak benim için zordur; çünkü her birinin kendine özgü biricikliği vardır ve her birinin düşüncesi özel bir tat ve renk taşır. Aklım onlar arasında bölünse de kalbim Muhammed İkbal’e meyillidir –belki de şair olduğum için.
Sözünü ettiğiniz kitabın yanı sıra hem Draz hem de İkbal hakkında müstakil kitaplar yazdım; bu iki eser Türkçeye çevrilerek yayımlandı. Bu isimleri seçmemdeki amaç; İslam Medeniyetini başlatmaya hazır Müslüman gençlerin, bu büyük düşünürlerin hayatlarına ve fikirlerine aşina olmasına yardımcı olmaktı.
Bu yedi ismi seçerken şu üç ölçütü esas aldım:
1.Doğu kültürü ile Batı kültürünü birleştirmek,
2.İslami ilimlerle ilkeli bir İslami duruşu harmanlamak,
3.Entelektüel derinliği ruhsal bir ışıltıyla birleştirmek.
Yine de kitabı genişletmeyi ve başka isimleri de eklemeyi arzuluyorum. Bunların arasında, büyük Türk şairi Mehmet Akif Ersoy, meşhur Hindistanlı Kur’an tercümanı Abdullah Yusuf Ali ve diğer bazı ülkelerden isimler var.
İNANCIMIZA VE ÖZGÜRLÜĞÜMÜZE KARŞI GÖREVİMİZİ YERİNE GETİRİP STRATEJİK DÜŞÜNCEYLE DONANIRSAK, GEÇİŞ SÜRECİMİZ DAHA AZ SANCILI OLUR
Siz siyaset felsefesi, karşılaştırmalı dinler, siyaset fıkhı, mukayeseli anayasa hukuku ve uluslararası ilişkiler alanlarında yetkin bir isimsiniz. İslam dünyası bildiğiniz gibi büyük bir çeşitlilik arz ediyor: Despotik rejimler, monarşiler, demokratik ve laik cumhuriyetler, İslami ilkelere dayalı sistemler… İslam dünyasının Osmanlı sonrası çöküşüne dair tabloya baktığınızda Müslümanlar nasıl bir dönemden geçiyorlar? Bu dönemi nasıl adlandırıyorsunuz?
Övgünüz için tekrar teşekkür ederim; bu, aslında hak etmediğim bir iltifattır, sadece sizin cömertliğinizin yansımasıdır.
Sorunuza cevaben şunu söyleyebilirim: İslam dünyası bir geçiş döneminden geçiyor. Bu tür dönemler, daima büyük acılar ve çalkantılarla karakterize edilir. Bunlar, yeni doğacak bir çocuğun gelişinden önceki sancılardır.
İnancımıza ve özgürlüğümüze karşı görevimizi ne kadar yerine getirir, çabalarımızı doğru yöne kanalize etmemizi sağlayacak stratejik düşünceyle kendimizi ne kadar donatırsak, bu geçiş süreci o kadar kısa ve daha az sancılı olacaktır.
MÜSLÜMANLAR BUGÜN, MEŞRU DEMOKRATİK OTORİTEYE SAHİP; KENDİLERİYLE, HALKLARIYLA VE DÜNYAYLA BARIŞIK DEVLETLER İNŞA ETMELİDİR
İslam medeniyetinin krizine verilecek yanıtın iki temel özelliğe sahip olması gerekir: Birincisi, İslami kimlikle tutarlı olmalıdır. Dolayısıyla laiklik, İslam toplumlarının krizine bir çözüm değil, aksine halklarıyla uzlaşmaz devletler üretir.
İkincisi, modern demokratik devletin gerekleriyle de uyumlu olmalıdır. Dolayısıyla, Selefi hareketlerin yapmaya çalıştığı gibi, tarihsel deneyimi kopyalamak, kadim imparatorluklar ile çağdaş devletler arasındaki niteliksel farklılıkları hesaba katmamakta ve dünyanın geri kalanıyla açık bir çatışmaya yol açmaktadır.
Müslümanların bugün ihtiyaç duyduğu şey, meşru demokratik otoriteye sahip, kendileriyle, halklarıyla ve dünyayla barışık devletler inşa etmektir. Bu devletler daha sonra İslam dünyasına stratejik dokunulmazlık ve güç sağlayacak gönüllü bir birlik içinde bir araya getirilmelidir.
Müslümanların Osmanlı, Abbasi veya Emevi gibi yeni bir imparatorluğa ihtiyacı yoktur. İmparatorluklar çağı, dünyadaki son imparatorlukları da yıkan Birinci Dünya Savaşı ile sona ermiştir. İslam dünyasının, çağdaş uluslararası hukuk ve düzenle uyumlu, esnek yollarla birliğe ulaşması gerekmektedir. Bu durum, yakın zamanda Türkiye Dışişleri Bakanı Sayın Hakan Fidan'ın, İslam ülkelerine, herkesin ulusal egemenliğine saygı göstererek işbirliği ve entegrasyon sağlayabileceklerini hatırlatmasıyla vurgulandı.