Babü’l-Mendeb’den Boğaziçi’ne: İki Boğaz Arasında Bilinmeyen İzler

Babü’l-Mendeb’den Boğaziçi’ne: İki Boğaz Arasında Bilinmeyen İzler

Sosyal hizmet uzmanı ve araştırmacı olarak birçok yerel ve uluslararası kuruluşta görev almış, insan hakları savunuculuğu ve sivil toplum faaliyetlerinde aktif rol üstlenmiştir. Aynı zamanda çeşitli gazetelerde ve haber sitelerinde köşe yazarlığı yapmaktadır.

Coğrafyanın kıvrımlarıyla tarihin katmanları arasında, Arap Yarımadası’nın güney kapısı olan Yemen’deki Babü’l-Mendeb Boğazı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun can damarı sayılan İstanbul Boğazı arasında, siyasi, askerî, dinî ve kültürel etkileşimler zincirinde gizli kalmış istisnai bir ilişki yatmaktadır. 

Arap Yarımadası’nın güneyinde yer alan Babü’l-Mendeb ile kuzeyindeki İstanbul Boğazı arasındaki coğrafi uzaklığa rağmen, her iki boğaz da tarih boyunca büyük güçlerin çatışmalarının merkezine yerleştiren stratejik, tarihî ve kültürel özellikleri paylaşmaktadır. İlk benzerlik jeopolitik önemlerindedir; Babü’l-Mendeb, Kızıldeniz ile Hint Okyanusu arasında hayati bir kapı niteliğindeyken, İstanbul Boğazı, Karadeniz ile Marmara Denizi’ni, oradan da Akdeniz’e bağlayan hayati bir geçiş noktasıdır. Bu konumları, onları deniz ticaretinin ve küresel enerji yollarının anahtarları, gemi ve yük taşımacılığının kritik durakları haline getirmiştir.

Tarihsel açıdan bakıldığında, her iki boğaz da Portekizliler ve İngilizler gibi büyük imparatorlukların iştahını kabartmıştır. Zira bu boğazlara hâkim olmak, siyasi ve ekonomik nüfuz açısından ciddi avantajlar sağlamaktaydı. Bu nedenle bu iki boğaz üzerindeki hâkimiyet, bölgesel ve küresel güç dengelerinin yeniden şekillenmesinde etkili olmuş ve özellikle 7 Ekim’den sonra bu önem daha da belirginleşmiştir. 

Kültürel ve dinî açıdan da benzerlikler dikkat çekicidir; bu iki boğaz, hacıların, tüccarların ve âlimlerin geçiş güzergâhı olmuş, böylece Doğu ile Batı arasında geniş çaplı bir kültürel ve medenî etkileşim imkânı doğmuştur. Ayrıca her ikisi de çevrelerinde ulusal kimliğin sembolleri haline gelmiştir; Babü’l-Mendeb, Yemenlilerin hafızasında egemenliğin bir simgesi olarak yer ederken, Boğaziçi ise Türk halkının kolektif bilincinde Asya ile Avrupa’yı birleştiren tarih ve coğrafya birlikteliğinin bir nişanesi olarak yer almaktadır.

Bu iki boğaz arasındaki benzerlikler ışığında, Yemen ile Türkiye arasında yalnızca siyasi sınırlarla sınırlı olmayan, savaşların ve zaferlerin ötesine geçen, kültür, din, kimlik ve karşılıklı algılar derinliğine uzanan eşsiz bir ilişki biçimi ortaya çıkmaktadır. Osmanlı dönemine dair Yemen’de yazılmış çok sayıda çalışmaya rağmen, bu ilişkinin birçok yönü hâlâ gölgede kalmış durumdadır; kimi zaman objektif anlatıların eksikliği, kimi zaman da nostalji yüklü tek taraflı ulusal anlatıların hâkimiyeti sebebiyle. Oysa Babü’l-Mendeb ile Boğaziçi arasındaki ilişki, yeniden okunmayı hak eden yazılmamış tarih sayfalarındandır. 

Osmanlı hafızasında Yemen, istisnai bir konumdaydı; bir yandan Kutsal Mekânlar olan Mekke ve Medine’ye yakınlığıyla ticaret ve hac yollarını kontrol eden stratejik bir bölgeydi, diğer yandan ise siyasi ve kabilesel olarak son derece karmaşık bir yapı arz ediyordu. 16. yüzyılda Kızıldeniz’deki Portekiz tehdidinin artması üzerine Osmanlı Devleti, Yemen’e askerî seferler düzenlemiş, en önemlisi Sinan Paşa komutasındaki seferle bölgedeki deniz gücü mücadelesine dâhil olmuştur. Ancak Yemen’in kuzeyinde imamlık rejimine bağlı Zeydi kabilelerinin direnişi, Osmanlı varlığını hem kırılgan hem de maliyetli hale getirmiştir. 

Osmanlı’nın Yemen’deki varlığı özellikle ikinci dönemde (1872–1918) askerî boyutu aşarak devlet ve idare inşasına yönelmiştir. Bu dönemde Osmanlı yönetimi, idarî ve sivil altyapıyı kurmuş, eğitim ve sağlık sistemlerini getirmiş, kültürel ve dinî nüfuzunu genişletmeye özen göstermiştir. Bu dönem, Yemen’de gözle görülür bir uyanışa sahne olmuştur. Ancak Osmanlı ile imamlık rejimi arasındaki ilişki sürekli müzakereye dayalı, istikrarsız ve gergin bir yapı arz etmiştir. Bugünkü Husi hareketi, bu imamlık rejiminin devamı olarak görülmektedir. Osmanlı, Yemen’deki çoğulculuğu kendi merkezî yönetim modeli içinde eritmeye çalışmışsa da bu çaba sınırlı kalmıştır. 

Yemen’deki Osmanlı tecrübesi, kültürel ve dinî etkileşimler bakımından da dikkat çekicidir. Bu etkileşim, günlük dile Osmanlıca kelimelerin girmesinden mimariye ve resmî belgelerin biçimine kadar birçok alanda kendini göstermiştir. Özellikle başkent San’a’da bu etkiler belirgindir. Taiz ve Aden gibi Şafiî merkezler ile İstanbul arasında dinî ve eğitsel bağlar kurulmuş, bu etkileşim, Osmanlıların çekilmesinden sonra bile kolektif kültürel bilinçte yaşamaya devam etmiştir. 

Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşuyla birlikte Yemen–Türkiye ilişkileri uzun yıllar duraklama dönemine girmiştir. Türkiye’nin içe kapanması ve bölgesel ittifak haritasının değişmesi bu durgunluğun temel nedenlerindendir. Ancak son yirmi yılda bu ilişkilerde niteliksel bir dönüşüm yaşanmıştır. 2011 Arap Baharı’nın ardından Türkiye, bölgesel siyasette etkin bir aktör olarak öne çıkmış, Yemen’e “TİKA” ve “İHH” gibi kuruluşlar aracılığıyla insani ve kalkınma projeleriyle girmiştir. Türkiye, Yemen’in meşru yönetimini desteklemiş, öğrencilere ve yatırımcılara kapılarını açmış, Türk kökenlilere sahip çıkmıştır. Bu süreçte Türkiye, Yemenli gençlerin ve entelektüellerin gözünde İslamî referanslı güçlü devlet modeli, ahlaki duruş ve medenî kalkınmanın simgesi haline gelmiştir.

Bu olumlu anlamlar taşıyan Türk geri dönüşünü, Osmanlı geçmişi dışında değerlendirmek mümkün değildir. Osmanlılar, Yemen’e devlet düzeni ve evrensel İslam ile bağ kuran bir model getirmiş, ancak İngiliz varlığı ve kuzeydeki gerici imamlık rejiminin etkisiyle Yemen’in kabile yapısını tam olarak anlayamamıştır. Bu rejim, Yemen halkı tarafından 26 Eylül 1962 devrimiyle devrilmiştir. Dolayısıyla bu ilişkiyi anlamak için indirgemeci anlatılardan sıyrılmak ve Yemen–Türkiye ilişkisini, siyasetin kültürle, dinin kimlikle, çıkarların algılarla iç içe geçtiği karmaşık tarihsel bir örüntü olarak yeniden okumak gerekmektedir. 

Babü’l-Mendeb’den Boğaziçi’ne uzanan bu ilişki hiçbir zaman tek yönlü bir yol olmamış, her daim çok yönlü bir güzergâh olmuştur. Bu ilişkide karşılaşma da vardır, iş birliği de; zaman zaman görüş ayrılıkları da görülmüştür. Ancak değişim ve yeniden yorumlama kapasitesi her zaman var olmuştur. Bugün bu ilişkiye yüzyıllar sonra yeniden bakmak, yalnızca bir medya tüketimi değil, aynı zamanda bir “öteki” aynasında kendini anlama ve Yemen ile Türkiye’nin bölgenin geleceğindeki konumlarını birlikte tahayyül etme çabasıdır.

 

Diğer Yazıları

Yorum Yaz