Devlet Egemenliği ve Göçmen Hakları Arasında Denge Arayışı

Devletlerin, sınırları içerisindeki bireylerin insan haklarını tanıma ve bu haklara saygı gösterme yükümlülüğü ile sınır kontrol politikalarını ve göç yasalarını belirleme hakkı arasında adil bir denge kurulması mümkündür. Bu denge özellikle çocuklar söz konusu olduğunda daha da hayati bir önem taşır. Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin de vurguladığı gibi, çocukların aileleriyle bir arada olabilmesi adına olumlu, insani ve ivedi bir tutumun nasıl geliştirileceği sorusu her zaman gündemde tutulmalıdır. Ailesinden veya yaşadığı yerden koparılmış bir çocuğa kucak açmak, bir lütuf değil; geciktirilemez, evrensel bir haktır.
Bugünün dünyasında sormamız gereken asıl soru şudur: Güvenlik uğruna insan haklarından veya insan hakları adına güvenlikten feragat etmeden nasıl bir yol izleyebiliriz? İnsan hakları ile güvenlik, birbiriyle rekabet eden değil; doğru bir yaklaşımla birbirini tamamlayan iki temel değerdir. Özellikle çocuklar söz konusu olduğunda, meseleye yalnızca “güvenlik” veya “demografik yük” gibi indirgemeci perspektiflerden yaklaşmak yerine, “çocuğun üstün yararı” ilkesini esas almak gerekir.
Toplumun dışına itilen, görmezden gelinen ve toplumsal yalnızlığa terk edilen insanların haklarına odaklanan çok sayıda sosyolog ve insan hakları savunucusu, göç meselesinin farklı boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Hannah Arendt’in şu sözleri çarpıcıdır:
“Anayurtlarından ayrıldıklarında artık yurtsuzdular; devletlerini kaybettiklerinde artık devletsizdiler; insan haklarından yoksun bırakıldıklarında artık haksızdılar, yeryüzünün posasıydılar.”
Zygmunt Bauman ise, göçmenlik deneyiminin uzun vadeli etkisini şu şekilde ifade eder:
“Kişi kendini her yerde evinde hissetmeye başlayabilir; fakat bunun bedeli, artık hiçbir yerin tam anlamıyla yuva olamayacağını kabullenmektir.”
W.E.B. Du Bois’in sorduğu soru ise hâlâ yankı bulmaktadır:
“Bir problem olmak nasıl bir his?”
Du Bois’e göre mesele, “yabancı” olmaktan değil, farklı bir bakış açısına sahip olmamaktan kaynaklanır.
Görüldüğü üzere, mesele sadece ulus-devletin sınırlarının “kutsallığı” ve bu sınırlara ulaşan bireylerin “tehdit” olarak görülmesinden ibaret değildir. Bu, çok katmanlı ve çok boyutlu bir meseledir.
Kadim geleneğimizde de sınır kapılarına dayanan insanlara sağduyuyla yaklaşmak, mazluma sırt çevirmemek, mağdurun dini, ırkı veya vatandaşlığına bakmaksızın yardım etmek temel bir ilke olarak varlık göstermiştir. Her ne kadar devletlerin sınırları varsa da, merhametin sınırları yoktur. Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü, bizlere devletin varlığını ahlaki bir çerçevede düşünmemiz gerektiğini hatırlatır.
İslam düşüncesi ve Türk-Osmanlı pratiğinde yer alan Medine Vesikası, Muhacir-Ensar dayanışması ve Osmanlı’nın “darülaceze” anlayışı, bize insan merkezli ve kapsayıcı bir göç yaklaşımı için ilham verebilecek iyi örnekler sunar. Yakın tarihimize bakıldığında da Türkiye’nin, 1922 yılından bu yana —çalışma ve eğitim amaçlı gelenler hariç tutulursa— 6,5 milyondan fazla kişiye kapılarını açtığı görülmektedir.
Sonuç olarak, devletler yalnızca sınır bekçileri değil; insan onurunu ve yaşam hakkını koruyan yapılar olmalıdır. Hiper bağlı bir dünyada ulus-devletin işlevi, göçmenlere gerçek anlamda uluslararası koruma sunabilen, hak temelli bir yaklaşımla yeniden tanımlanmalıdır.