Modern Türk Düşüncesinin Duygu Rejiminin Unsurları Neler?

Modern Türk Düşüncesinin Duygu Rejiminin Unsurları Neler?

Hilmi Ziya Ülken’in Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi hâlâ aşılamamış bir eser olarak durur önümüzde. Kitapta Ülken konuları 1860'tan kitabın yazıldığı döneme kadar getirir; ele aldığı düşünürleri de kendi ağızlarından konuşturmaya çalışır, en azından öyle söyler. Ülken kitabına 1966’da yazdığı önsözde “Fransız İhtilali’nin dünyaya yaydığı fikirler Türkiye’ye de girerken, bu hareketin arkasındaki büyük düşünürlerin bütün eserleriyle tanınması ve tartışılması gerekirken, onlardan hemen hiçbir şey çevrilmemiş ve Türk düşünürleri yakın yıllara kadar gazete ve haftalık dergi sayfalarında günlük sorulara cevap vermeye çırpınan dar bir çerçeveye sıkışıp kalmışlardır” der. Bu açıdan Ülken Cumhuriyet fikir tarihinin de Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde olduğu kadar yüzeysel olduğunu belirtme ihtiyacı hisseder. Ancak başka bir açıdan yüzyıllık fikir birikiminin ve mücadelesinin değerini tanımamayı da büyük bir yanlışlık addeder. Elbette haklıdır Ülken bu konuda. Bahsettiği yüzyıllık süreçte Türk düşüncesinin toplumsal eylemlere bağlı kalarak Batı düşüncesinin başlıca özelliklerini tanıdığına kanidir Ülken. Onun nazarında Türk düşünürleri de toplumsal bunalımlara karşı sorumluluklarını bilen insanlardır. Bu noktada iyimser bir dil benimseyen Ülken birçoğu eğitim şartlarının olumsuz olması sebebiyle kendi kendilerini yetiştirmiş insanlar olan bu düşünürlerin fildişi kulelerine çekilmediğini belirtir. Onlar imkân buldukça “yeni fikirleri tanıtmaya, yeni içtimai hareketlere önderlik etmeye çalışmışlardır. Siyasi değişmelerin çok gerisinde kalan boğuk sesler olmamışlar, zaman zaman kendilerini dinletmesini bilmişlerdir.” Bu fikri birikimin aranacaksa kusurunu toplumsal eyleme “aşırı bağlılık” olarak niteler Ülken. Bu birikimde derinleştirilmiş fikir eserlerine rastlanmaması Ülken için büyük ölçüde bu bağlılıktan kaynaklanmaktadır. 

Ülken’in Türk düşünürlerinin “yeni fikirleri tanıtmaya” çalıştıkları şeklindeki tespiti ele aldığı dönem boyunca genel kapsamda doğru olsa da kitabının yazıldığı dönemden bu yana rast geldiğimiz bazı örnekler bu tespitten kuşkulanmamıza sebep oluyor. Bu kuşku bizi beraberinde Türk düşüncesinin gelişimine etki eden duygu rejimlerini de düşünmemizi gerektiriyor. Çünkü kötü örneklerin bazılarında henüz Türkiye’de tanınmayan müellife yaptıkları çok sayıda atıfla kendi düşüncelerini doğrulama ya da kendilerine özgü yetersizlikleri o müellife yaptıkları atıflarla gizleme ve işin kolayına kaçmayı görüyoruz. Bu örneklerde “yeni fikirleri tanımak”la sınırlanmayız, bir şekilde yapılan atıflarla o yeni fikri tartışılamaz kılmaya dönük bir mekanizma işletilir. Böylelikle o yeni fikri Türk düşünce kamuoyuna tanıtan şahsın düşünceleri de tartışılmaz kılınmaya çalışılır. Kendi yetersizliklerini bu tür atıflar yoluyla gizleyen zevat böylelikle atıf yaptığı müellifin düşüncelerinin de “yetersiz” tanınmasına vesile olur. Eğer o “yeni fikri” bize tanıtmaya çalışan müellif yurt dışı eğitimden yeni dönmüş bir akademisyense yurt dışında boş durmadığını, kendisinden bekleneni yerine getirdiğini gösterir. Böylelikle henüz Türkçe’de tanınmamış (tanıtılmamış) batılı müelliflerin eserlerini Türkçe’de dipnotlarla selamlama ve kimsenin fark edemediği bir orijinaliteyi ‘yansılama’ girişimi olarak anlaşılabilir. Atıfların kısm-ı ekserisinin saikinin Batı’da düşünceleriyle revaç bulmuş, ‘otorite’ kabul edilmiş saygın isimler aracılığıyla kendi düşüncelerini tasdik etme ya da destekleme girişimi olarak yorumlanmalıdır. Genelde Batılı tanınmış müellifin Türkçe’ye çevrilmeyen eserine yapılan o atıflar yoluyla “kendi düşüncelerini tasdik etme ya da destekleme girişimi” olarak yorumladığımız arzu aslında hem o eserin çevrilmemesine bir mazeret üretmektedir (atıf sahiplerinin atıf yapacaklarına, atıf yapacak kadar önem verdikleri eseri niye tercüme etmedikleri sorulmalıdır elbette) hem de o eser sayesinde pekiştirilen “nakliye”nin formunu (esasen yönünü) belirlemektedirler.

Bunlar haricinde de Türk düşüncesinde çözümsüz kalan birçok sorun vardır. Sözgelimi Neokantçılığın iki farklı ve rakip okulundan birini temsil eden Rickert, Türkçe’de çok tanınırken (Kamran Birand 1936’da yazdığı eserde ona önem vermiştir mesela) Cohen öğrencileri kadar tanınmamaktadır. Rickert’in tanınmasına yol açan süreç onun Dilthey’den Weber’e gelişen bir güzergahta bulunması olarak görünürken Cohen’in o güzergaha sapa konumudur belki. Buna rağmen Cohen’in öğrencileri, sözgelimi Ernst Cassirer Cohen’den daha iyi bilinir. Bu tür tercihlerin bir düşünce bütünü için hata olmaktan çok temayülü gösterdiği söylenebilir. Türk düşüncesi kendi gelişimi ve duygu rejimi bakımından böylelikle hermenötik düşünceye açılan güzergahı tercih etmiştir denebilir.

Bir başka örnek Bergson ve Durkheim tercihlerinden gösterilebilir. Tarde ile Durkheim arasında sosyolojik düşünceyi inşa kavgasında dünyanın birçok yerinde olduğu gibi tercih Durkheim’dan yana olmuş, Tarde muhalif olduğu Durkheim kadar kök salamamıştır. Hatta birçok eseri 1990’lardan itibaren Türkçeleştirilmiştir. Ama onun öğrencisi Henri Bergson’un kaderi hocasının zıddınadır. Mustafa Şekip Tunç, daha 1920’lerde Gülmek Nedir ve Kime Gülüyoruz diye Bergson'un Gülmek eserini esas kabul eden bir eser yazmış ve ardından da peyderpey Bergson’un eserlerini Türkçeleştirmiştir. Bergson düşüncesinin Türk muhafazakarlığındaki yeri (Yahya Kemal, Tanpınar, Nurettin Topçu ve diğerleri) belirgindir. Durkheim sosyolojisi de aynı şekilde başta Ülken’in deyişiyle önceleri Tarde'ın tesirleri altındaki Ziya Gökalp dolayısıyla milliyetçi-muhafazakâr çevrelerde yaygındır. Tarde, Durkheim’a karşı verdiği kavgayı öğrencisi Bergson vasıtasıyla Türk düşüncesinde de kazanamamıştır yani. Tarde ile Durkheim’ı sosyoloji düşüncesinin nominalist-realist kanatları olarak özetleyen Ahmet Şuayb’dan bu yana Durkheim sosyolojisinin Gökalp yoluyla Türk düşüncesinde hâkim duruma geçtiği belirtilmelidir. Gökalp niçin Tarde’ı değil de Durkheim’ı benimsemiştir, Türk muhafazakarları niçin Tarde’ın öğrencisi Bergson’un düşüncelerini tamamen aktarma yoluna gitmiştir? Bu sorular Türk düşüncesinin modern gelişim çizgilerini belirleyen hususları ve temel duygusal elementleri tartışmayı gerektiriyor elbette.

Türk düşüncesi tarihinde ele alınacak diğer başka örnekler modern Türk düşüncesindeki duygu rejimlerini ele almayı kolaylaştırmaktadır. Bu anlamda ‘Demokratik bir toplumda üniversite nasıl olmalıdır?’ gibi basit görünen bir soru, Alman sosyolog Jurgen Habermas’ın 1968 öğrenci olayları dolayısıyla yazdığı makaleler göz önüne alarak cevaplandırılır ama Mümtaz Turhan’ın hemen hemen aynı soruya hemen hemen aynı bakış açısından benzer cevapları ürettiği Garplılaşmanın Neresindeyiz? kitabı görmezden gelinir.  Ya da Spinoza, Nietzsche ve Bergson’u birlikte okuyan Gilles Deleuze’ün teklifi nedense ondan yetmiş yıl önce ortaya çıkmış Konya Enerjetizm Okulu’nun benzeri teklifine nazaran yeğlenir. 

Sahi nedir modern Türk düşüncesinin duygu rejiminin asal unsurları? Sırf yenilgi ve gecikmişlik hissiyatından kaynaklanan unsurlar mıdır onlar? 

 

Diğer Yazıları

Ontolojik Bir Nefret Bu!

Ontolojik Bir Nefret Bu!

  • 22.05.2025 / 17:13

Yorum Yaz