Sultanların Kutbu: I. Alaeddin Keykubad

Sultanların Kutbu: I. Alaeddin Keykubad

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın muhalled eseri Beş Şehir’de “erken bastıran kar fırtınaları altında yeşeren baharlar”a benzettiği Selçuklu rönesansının belki de en muazzam sultanıdır I. Alaeddin Keykubad. Bu Selçuklu rönesansının temelleri elbette siyasi, askeri ve ekonomik (ticari) unsurlardan oluşur; manevi sonuçları ise dini, kültürel, bilimsel ve estetik alanlarda izlenebilir.

 

Türkmenlerin “Uluğ Sultan”, ünlü Selçuklu vakanüvisi İbn Bibi’nin -ki annesi Bibi, Alaeddin Keykubad’ın beylerbeyi Kemaleddin Kamyar’ın Gürcistan seferinden dönerken Erzincan’dan saraya getirdiği bir müneccimdir- “Uluğ Keykubad”, Abbasi Halifesi Nasır Lidinillah’ınyazdığı menşur ve mektuplarda “Sultanü'l Azam” olarak andığı Alaeddin Keykubad ufukta Moğol tehlikesinin baş gösterdiği bir dönemde kurduğu olağanüstü mekanizmayla idari ve askeri siyaset bakımından ülke güvenliğini ve ticareti eşzamanlı olarak planladı. Yazımızda Alaeddin Keykubad’ın hayatı ile ilgilenmeyecek ve onun saltanatı döneminde izlediği siyaseti ve planlamaları yazmaya gayret edeceğiz.

 

Bir yandan dedesi II. Kılıçarslan’ın Sivas ve Tokat dolaylarında egemen Danişmendlileri1174’te ortadan kaldırarak başlattığı Anadolu’daki Türk varlığını tek siyasi egemenlik altında toplama işini 1228’de Erzincan ve Elazığ dolaylarında hakim Mengücekler’i, 1232’de Saltuklular’ın yerini alan ve amcasından dolayı kuzeni sayılan Selçuklu kolunun hakimi olduğu Erzurum’u, yine 1232’de Ahlat ve Harput’u zapt ederek Artuklular’dan kalan son parçayı Türkiye Selçukluları hakimiyetine dahil edip tamamlarken diğer yandan Alaiye ve Sinop fetihleri ve ardından Suğdak (Kırım) seferiyle de Anadolu’nun ticaret yollarında hakim bir coğrafya haline dönüşmesini sağladı. Alaiye’yi fetheder fethetmez burada bir tersane yaptıran Keykubad’ın bu tersane dolayısıyla Türk Denizcilik Tarihi’nin bir ilkine imza attığını da geçerken vurgulamalı. Türklerin yaptığı ilk tersanedir bu!

 

Sultan Alaeddin Keykubad’ın özellikle Anadolu’nun doğusundaki bu fütuhatının amacının sadece siyasi birliği sağlamak olmadığı, onun uzak görüşlülüğünün bir yansıması olarak muhtemel Moğol tehlikesine karşı güvenliği artırma kaygısı taşıdığı da söylenebilir; ki bölgede kireç fırınları yaktırarak şehir ve kaleleri tahkim ettirmek suretiyle Moğollara karşı bazı savunma tedbirlerinin alınmasını sağlaması bu düşüncemizi doğrular. Tahta geçer geçmez Eyyubi Hükümdarı el-Melikü'l Adil'in (Selahaddin Eyyubi’nin kardeşi!) kızı GaziyaHatun ile evlenmek suretiyle I. İzzeddin Keykavus’un Halep’i fethetme girişiminde yenilgiyle sonuçlanan teşebbüsü neticesinde Selçuklular ile Eyyubiler arasında bozulmuş olan ilişkileri düzeltme yoluna gitmesi ve hatta büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev dururken, GaziyaHatun’dan doğmuş ve henüz bir yaşındaki en küçük oğlu İzzeddin Kılıç Arslan'ı veliaht tayin ederek, Selçuklu-Eyyubi ittifakının devamlılığını da güvenceye bağlaması da bu uzak görüşlülüğün birer yansıması olarak değerlendirilebilir. Aynı şekilde Harput, Erzurum, Sivas, Kayseri ve Konya surlarını yenilemesini de onun üst düzeydeki güvenlik kaygısının bir örneği sayabiliriz.

 

Saltanatının hemen başlarında devletin başkenti Konya’nın etrafına bir dış sur ördürmesinin diğer bir önemli sebebinin, ağabeyinin ölümü sonrası kendisini hapisten çıkararak tahta oturtan başta Seyfeddin Ayaba olmak üzere diğer ümeranın zenginlik ve güçlerini azaltma amacı olduğu söylenebilir. Hakikaten ağabeyi ile savaşında kendisine karşı olan bu ümeraİzzeddin Keykavus’un ansızın ölümünde de zanlıdırlar. Merkez beylerbeyi Seyfeddin Ayaba’nın köşkünde sultanın evinden daha fazla koyun kesilmekte, yani Ayaba sultandan daha fazla kişi beslemektedir. Ayrıca devlet işlerinde Alaeddin Keykubad’dan daha fazla sözünün geçtiği de iddia olunmaktadır. Aktarılan bilgilere göre Emir Ayaba ve onunla birlikte hareket eden diğer emirlerin devlet yönetimindeki nüfuzu ve kudreti, sultanınkinin çok üstündedir, tüm önemli devlet meseleleri sultana değil Ayaba’ya sorulmaktadır. Konya etrafına dış sur ördürten, bunun masraflarının önemli bir kısmını da emirlere yükleyen Alaeddin Keykubad, ayrıca Kayseri ve Sivas surlarının yenilenme işini de emirlere finanse ettirmeyi başarır. Böylelikle onların servet ve güçlerini aşındırmayı başarır. Keykubad, tahta oturduğu ilk yıllarda kendi ümerasını seçememiştir; ta ki 1223’te Kayseri’de bu emirleri tedip edene dek tahtta bile olsa kendini güvende hissetmediğini söylemek gereklidir. Aslında bu durum bile devletin güvenliği ile ilgilidir; Alaeddin Keykubad oluşması muhtemel iki başlılığın önüne 1223’te geçmiştir.

 

Moğollarla Türkiye Selçukluları arasında bir bariyer olarak duran Harzemşahlar ile bütün ısrar ve çabalara rağmen Moğollara karşı bir ittifak anlaşması yapılamaması, Celaleddin Mengüberti ile Alaeddin Keykubad’ı Yassıçemen’de karşı karşıya getirir. Bu savaştan galip çıkan Türkiye Selçukluları’dır gerçi ama Moğollarla aradaki bariyer de böylelikle ortadan kalkar. Buna karşın, Keykubad Moğol İmparatoru Ögedey'e elçi göndererek geçici de olsa bir anlaşma yapmayı başarır. Anlaşmada Türkiye Selçukluları Moğollara yıllık bir haraç ödemeyi kabul ederler.

 

Alaeddin Keykubad’ın babası Gıyaseddin Keyhüsrev, Antalya’yı fethettiğinde Kıbrıslılarla bir ticaret anlaşması yaptı; ayrıca Venediklilere de Anadolu’da ticaret yapmaları için bir ferman verdi ve Keyhüsrev’in oğlu ve Alaeddin’in ağabeyi İzzeddin Keykavus da kendi saltanatı döneminde ikinci bir fermanla bunu onaylamıştı. Her iki ferman da Venediklilere ticaret serbestisi veriyor, ayrıca onların seyahat ve ticaretlerinde himaye göreceklerini de taahhüt ediyordu. Bu fermanlara göre devletin Venediklilerin emtialarından alacağı gümrük resmi yüzde 2’den fazla olmayacaktı. Babası ile ağabeyinin politikasını sürdüren Alaeddin Keykubad da Venedik ve Cenevizlilere bazı ticari imtiyazlar tanıdı. Bu imtiyazlara göre Venedikli tacirlerin hiçbir resme tabi olmadan kıymetli taşlar, inciler, sikke halinde olsun veya olmasın gümüş ve altın, bir de buğday ithal etmelerine müsaade ediliyor; diğer emtiadan da yalnız yüzde iki resm alınması kayda geçiriliyordu. Venediklilerin 1228’de Alâeddin Keykubad’a bir sefir gönderdikleri tarihi kayıtlar arasında yer alıyor.

 

On üçüncü yüzyılda Türkiye Selçukluları’nın etrafındaki önemli uluslararası ticaretmerkezleri şunlardı: İran’da Tebriz, Irak’ta Bağdat, Suriye’de Şam. Deniz yoluyla ticarette ise Kıbrıs, Mısır’da İskenderiye, Karadeniz’in kuzeyinde Kırım. Akdeniz’de Ayas (bugünkü Yumurtalık), Alanya ve Antalya limanları, Ege’de Ayasuluğ, İzmir ve Foça limanları, kuzeybatıda İstanbul ve Karadeniz’de ise Sinop, Samsun ve Trabzon limanları önemliydi. Bu noktaları üç ana güzergâh birbirine bağlıyordu. İlki doğu-batı güzergahı, ikincisi kuzey-güney güzergahı, üçüncüsü de Güneydoğu’yu İstanbul’a bağlayan güzergahtı. Alanya’nın fethiyle birlikte Türkiye Selçukluları Akdeniz ticaretinde önemli üç limandan ikisini (Antalya ve Alanya) kontrol altına aldı. 1224’e doğru Venedik’in kendi tüccarlarına Mısır’la alışverişi yasaklamasının neticesinde Anadolu’nun Akdeniz ticaretindeki önemi bir kat daha arttı. Bu yasak sonrasında sadece Venedik değil, Mısır da Anadolu’dan ihtiyaç duyduğu emtiayı temin etmek zorunda kaldı. Sinop limanının yeniden Türkiye Selçuklularının hakimiyetine geçmesiyle Karadeniz ticaretinde de devletin söz sahibi olduğu ve Suğdak seferinin de tüccarların şikâyeti üzerine yapılıp başarıyla sonuçlandırıldığı biliniyor. Kilikya Ermeni krallığı üzerine Alaeddin Keykubad’ın Seyfeddin Ayaba’nın yerine merkez beylerbeyi tayin ettiği Manuel Komnenos ile Çaşnigir Mübarizüddin Çavlı’nın düzenlediği sefer de yine tüccar şikayetleri sonucu gerçekleştirildi. 1225’te yapılan bu seferin önemli bir amacının da Konya-Şam güzergahını Ermeni tasallutundan korumak olduğu açıktır. Celaleddin Mengüberti’nin, I. Alâeddin Keykubad’a yazdığı mektupların birinde, ticari münasebetlerin devam edeceği ve tacirlerin Harezm ülkesine rahatlıkla girebileceklerini taahhüt ettiği düşünülürse Anadolu uluslararası ticaret yollarının merkezinde yüksek bir güvenlik düzeyine ulaştırıldı.

Bu yüksek güvenlik düzeyi sonucu artan ticaret, yol hizmetlerini ve tüccar güvenliğini azami noktaya taşıyan han ve kervansaray yapımlarıyla desteklendi. Öyle ki on üçüncü yüzyıl Anadolu’da en çok kervansarayın yapıldığı dönem olarak kaydedilir. Bunlardan Sultan Hanı bizzat Alaeddin Keykubad’ın masraflarını kendisinin karşıladığı bir han olarak yapılırken Zazadın Han’ı da av emiri Sadettin Köpek yaptırır. Kervansarayların güvenliğinin üst düzeyde olduğunu da kaydetmelidir. Sözgelimi, Salim Koca’nın aktarımına göre, Sultan Hanı’na sığınan İlyas adlı bir Selçuklu komutanı, bu handa Moğol orduları komutanı İrençin’e karşı kendisini iki ay süre ile savunabilmiştir. Sonunda, kervansarayı düşüremeyeceğini anlayan İrençin, kuşatmayı kaldırmak zorunda kalır. Yükselen bu ticaret hacminin ayrıca iç üretim ve sıkı para politikasıyla da desteklendiğini belirtmeliyiz. İç üretimi sağlayan ehli hırfet artmış ve Konya, Kayseri, Sivas, Tokat, Malatya gibi büyük ve önemli şehirlerde kapalı veya açık çarşılarda teşkilatlanmış bir şekilde bulunur. Bu ehli hırfetin genel olarak fütüvvet ehli olarak örgütlü olduğunu, Fuad Köprülü’nün tabiriyle işçi ile patron arasında “manevi bir nizam” tesis ettiğini vurgulamak gerekir. Ayrıca sıkı para politikasının bir sonucu olarak Alaeddin Keykubad tarafından darp ettirilen ve bu sebeple sikke-i Alâi veya Keykubadi denilen yüksek ayarlı altın dinar ve gümüş akçeler uzun süre tedavülde kalmayı başarmış paralardır.

On üçüncü yüzyıldaki Selçuklu rönesansının bu maddi temellerinin yanısıra bilimsel, kültürel, dini ve estetik veçheleri de vardır. Sultan Alaeddin Keykubad, tahta çıkarken Şeyh Şihabüddin Ömer es-Suhreverdi’den şed kuşanarak fütüvvet şalvarı giymiş, ayrıca alim ve sufi birçok tanınmış simayı da Anadolu’da korumuştur. Keykubad döneminde Anadolu’da yerleşik bu zevat arasında Necmeddin Daye, Ahmed bin Mahmudi Tusi el-Kanii, Ahi Evren, Evhadüddin Kirmani ilk elde zikredilebilir. Bahaeddin Veled ve onun sonradan Mevlânaolarak ünlenecek oğlu Celaleddin 1228’de Alaeddin Keykubad’ın davetiyle Karaman’dan Konya’ya gelirler.

Bunların yanısıra Vefailiğin Anadolu’ya geçişinde büyük önem arz eden Dede ĞargınOcağı’nın Hısn’ul Keyf’teki yerleşimini Alaeddin Keykubad sağlar. Alaeddin Keykubad’ın ölümünün ardından oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde meydana gelen Babailer isyanı adlı büyük Türkmen isyanında ismi geçecek Baba İlyas-ı Horasani’nin Dede Ğargın’ınhalifelerinden olduğunu söyleyebiliriz. Sultan olmazdan önce babası döneminde Tokat melikliği de yapmış Keykubad’ın Türkmenlerle arasının iyi olduğunu bilhassa vurgulamalı.Ancak sultanın sadece Müslüman tebaası ile değil, gayrımüslim tebaası ile de ilişkileri iyidir.

Nakşettiği Varka ile Gülşah Aşıknamesini 1220’li yıllarda Alaeddin Keykubad’a arz eden ünlü nakkaş Abdülmümin el-Hoyi, Kerimüddin Erdişah adlı ünlü çini ustası, birçok ünlü mimar (aralarında Niğde Alaeddin Camii’ni inşa eden Mahmud’un oğulları Sıddık ve Gazi ustalar vardır), birçok ahşap ustası ve sanatçı Alaeddin Keykubad’ın himayesi altında camiler, hanlar, kervansaraylar, darüşşifalar inşasında katkı sunmuşlardır.

Türkiye Selçukluları’nın bilinen iki önemli sarayı Kayseri’deki Kubadiye ile Beyşehir Gölü kıyısındaki Kubad Abad saraylarını inşa ettiren de Alaeddin Keykubad’dır. Kubad-AbadSarayı Türkiye Selçuklularından günümüze kalan tek saray olarak da bilinir.

 

KUBAD ABAD’TAKİ TARİHSEL İRONİ

 

Beyşehir Gölü'nün güneybatı kıyılarında yer alan Kubad-Abâd, Sultan Alaeddin Keykubâdtarafından yaptırılmıştır. Bugüne dek gelebilmiş tek Türkiye Selçukluları sarayı olarak 2009’da Milli Saraylar bünyesine dahil edilmiş ve bölgede yürütülen kazılar finanse edilmiştir.

İbni Bibi'ye göre; Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat Kayseri'den Antalya'ya giderken Beyşehir Gölü çevresinin güzelliğinden etkilenmiş ve buraya bir saray yapılmasını emretmiştir. İbn Bibi, Alaeddin Keykubat’ın Beyşehir Gölü’nü gördüğünde “cennet ya burasıdır ya da buranın altındadır” dediğini aktarır. İbn Bibi Alaeddin Keykubad’ın sadece emretmekle yetinmediğini, sarayın projelendirilmesiyle yakından ilgilendiğini, hatta bir kroki çizerek odaların yerini bizzat tespit ettiğini yazar. Kubad Abad Sarayı’nın yapımı, sultanın av emiri, nakkaş ve aynı zamanda da mimarbaşılık görevini sürdüren Sadeddin Köpek denetiminde 1236 yılında tamamlanır. Sarayın dahil olduğu külliye Beyşehir Gölü’nün hemen yanında ve Anamas Dağları’nın eteklerindedir. Külliyeyi Küçük Saray, Büyük Saray ve müştemilâtından başka, göl üzerindeki Kız Kalesi oluşturur.

1949 yılında İbn Bibi’ye dayanarak ilk kez Konya Müze Müdürü M. Zeki Oral tarafından yeri tespit edilen Kubad Abad Sarayı’ndaki ilk bilimsel kazıları da 1965-66'da K. Otto-Dorngerçekleştirir.

1980’de Türk arkeolojisinin efsanevi ismi Remzi Oğuz Arık’ın gelini Prof. Dr. Rüçhan Arık tarafından yeniden başlanan kazıların ardından rekreasyon yöntemiyle sarayın ayağa kaldırılacağı umulmaktadır.

Yapılan kazı çalışmaları sonrası gerek saraylardan gerekse Kız Kulesi’nden müzeleri süsleyen göz kamaştırıcı çinilerle, saray kalıntıları ortaya çıkartılmıştır. Sır üstü ve sır altı tekniklerinde boyanan beyaz, fîrûze ve patlıcan moru renklerin hâkim olduğu bu çinilerde Türk usulü bağdaş kurarak oturan sultan ve maiyeti (tamamı sakalsız), av partisi ve içki meclisi gibi sahnelerin yanında bir kısmı sembolik değer taşıyan çeşitli hayvan figürleriyle mitolojik yaratık tasvirleri çoğunluktadır. Bunlar arasında, klişeleşmiş geleneksel sakalsız tiplerden farklı olarak Alâeddin Keykubad’ı ellerinde nar veya kadeh tutan sakallı bir hükümdar şeklinde tasvir eden örneklerle göğsündeki “es-sultân” yazısıyla onun hükümranlığını sembolize eden çift başlı kartal figürlü örnekler en fazla dikkat çekenlerdir. Saraydan çıkarılan nadide çini eserler başta Karatay Müzesi olmak üzere Konya’da değişik müzelerde sergilenmektedir.

Her ne kadar Kubad Abad Sarayı, banisi Alaeddin Keykubad’ın 1237’de mimarı Sadettin Köpek tarafından zehirlenerek ölmesi sebebiyle yeterince vakit geçiremediği bir saraysa da geçici bir yerleşim yeri olmaktan çok sürekli ikamet için yapılmış bir saray külliyesi olarak düşünmek daha yerinde olur. Kubad-Abad’daki Büyük ve Küçük Saray kompleksindeki yapıların planları, Orta Asya ve İran kökenli eyvan ve orta avlu çekirdeği etrafına yerleştirilen mekânlarla biçimlenmiştir. Sarayın iç mekân duvarlarında kullanılan geometrik, bitkisel ve figürlü çiniler Selçuklu resim sanatının ne kadar ileri olduğunu da ayrıca ortaya koymaktadır.

Sarayın bize ihtar ettiği bir ironi de vardır: 1237’de Sarayın banisi Alaeddin Keykubad’ı zehirleyen sarayın mimarı Sadettin Köpek hırsına yenik düşer ve bunun neticesinde Alaeddin Keykubad’ın yerine tahta oturmasını sağladığı II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından 1239’da bu sarayın şarap mahzenlerinde öldürülür.

Diğer Yazıları

Yorum Yaz