Yaralı Yüzler ve Kesik Bilekler

Bir zamanlar arabesk müziğin efsane isimlerini dinleyen gençler, şarkılarda yankılanan acıyı bedenlerinde karşılık bulmak isterdi. Önce küçük çizikler atarlardı tenlerine; sonra o çizikler çoğalır, derinleşir, kimi zaman bütün bir bedeni sarardı. Bu, şuursuzca, cahilane bir davranıştı. Ne müziğin amacı buydu, ne de sanatçının muradı. Ama müzik, insanın içindeki yarayı uyandırıyor, o yara da kendisini kanla mühürlemek istiyordu.
Bugünün modern insanı ise artık kendini müzikle değil, teknolojiyle yaralıyor. Çizikler, artık bileklerde değil; kalpte, beyinde, hafızada açılıyor. Görünmez kesikler, sinir sisteminin en ince damarlarına kadar sızıyor; bağırsaklarda, bilinçte, ruhun en karanlık köşelerinde yankılanıyor. Teknoloji, bir neşter gibi çalışıyor; insana görünmeyen izler bırakıyor. Ve bu izler o kadar çoğaldı ki artık kimse fark etmiyor. Oysa onlar, eski zamanlardakinden çok daha derin, çok daha onarılamazdır.
Sosyal medyada yalan var, fetişizm var, pornografi var, sadizm var, güç gösterme çabası var, gösteriş var, kişinin kendini olduğundan farklı gösterme arzusu var. Şizofrenik bir hâl hâkim; birey, kendi zihninde kurduğu küçük bir adalet mekanizmasının hâkimi… Üstelik sürü psikolojisi, bütün bu sahnenin gürültüsünü artırıyor. Arabesk müzikte de bu gölgeler mevcuttu; isyan, şiddet, tutkuların taşkınlığı, acının teşhiri… Bugün ise aynı damar, çok daha güçlü ve çok daha çıplak biçimde sosyal medyada akıyor. İnsan artık şarkılarda değil, ekranlarda kendini gösteriyor. Orada herkesin tanrı olma çabası var. “Ol” dediğinde her şeyin olmasını istiyor; bir butona bastığında dünya, arzularına göre şekillensin istiyor. Sosyal medya bu yüzden hem mabettir, hem mezarlık; hem yaratılış sahnesi, hem çürümenin aynasıdır…
Zamanımızın en sessiz çığlığı, bedenlerde açılan yarıklarda yankılanıyor. İnsan, kendi derisini bir kâğıt gibi yırtıyor; kan, mürekkep; yara, görünmez bir mektup oluyor. O mektup, sosyal medyanın soğuk ekranlarında açılıyor. Dolaşan kanlı fotoğraflar ve kin kusan paylaşımlar, çağımızın yeni ikonalarıdır. Dijital çağın ikonostasisinde parlayan kırmızı izlerdir onlar: acının parmak izi, yalnızlığın damgası…
Ekranlarımızda hızla çoğalan bu görüntüler, sadece kişisel bir trajediyi yansıtmıyor. Onlar, çağın ruhunu açığa çıkarıyor. “Çizik atma” artık kişisel bir alışkanlık değil, küresel bir salgın. Acı, fotoğraflar ve paylaşımlar aracılığıyla sahneleniyor. İnsanlık, kendi bedenini kanla imzalıyor; hem var olduğunu duyurmak, hem de içindeki ağırlığı boşaltmak için…
Ünlü düşünür Byung-Chul Han, bu tabloyu şöyle anlatıyor: “Kendini yaralama günümüzde hızla yayılan bir davranış biçimidir. Çizik atma, küresel bir epidemi haline gelmektedir. İnsanların kendi vücutlarına açtıkları derin kesiklerin resimleri sosyal medyada dolaşıyor. Bunlar acının yeni resimleridir. Herkesin katlanılmazlık derecesinde kendisiyle yüklü olduğu, narsisizmin hükmü altındaki bir topluma işaret eder bunlar. Çizik atma, bu ego yükünü atma, kendinden, yıkıcı iç gerilimlerden kurtulma yönünde nafile bir çabadır. Bu yeni acı-resimleri, selfilerin kanlı arka yüzleridir.”
Bu ifadede saklıdır asıl mesele: “Herkesin katlanılmazlık derecesinde kendisiyle yüklü olması…” Bugünün insanı, kendi benliğine saplanmış, kendi iç gürültüsüyle boğulmuş bir varlıktır. Çizik atma, bu aşırı benlik yükünden kurtulmak için yapılan, ama sonuçsuz kalan bir hamledir.
Sosyal medyanın “selfie” kültürü bunun en açık örneğidir. İnsan, sürekli kendini üretmek, varlığını başkalarının bakışında teyit etmek zorundadır. O parlak filtrelerin, ışıltılı yüzlerin arkasında ise kendi ağırlığını taşıyamayan, içe çökmüş ruhlar vardır. İşte Han’ın dediği gibi, “selfilerin kanlı arka yüzü” tam da buradadır.
Eskiden acı içe dönük yaşanırdı, saklanırdı. Şimdi ise acı teşhir edilmek isteniyor. Sosyal medyada paylaşılan kesik fotoğrafları, bireyin dünyaya haykırdığı bir çığlıktır: “Ben buradayım, beni görün!” Böylece acı, bireysel olmaktan çıkıyor; kolektif bir görselliğe, bir seyirlik sahneye dönüşüyor. Artık acı yalnızca hissedilmiyor, aynı zamanda sergileniyor.
Ama bu çaba nafiledir. Çizik atmak, kısa süreli bir boşalma, geçici bir katarsis sağlar. İçteki yıkıcı gerilim bir anlığına dışarıya akıtılır. Fakat yaralar kapanınca boşluk daha da büyür, suçluluk geri döner. Psikolojik olarak birey, bir anlık ferahlama uğruna, daha derin bir umutsuzluğun içine yuvarlanır. Toplumsal olarak da tüketim kültürü, insana sürekli “kendin ol, kendini ifade et” der; ama bu dayatmayla birlikte insanı yalnızlaştırır. O yalnızlığın en çıplak dışavurumu, kendi bedenine yönelmiş şiddet olur.
Günlük hayatta milyonlarca insan, mutluluk pozlarıyla ekranlarını süsler. Bu, görünürdeki “mutluluk endüstrisi”dir. Ama aynı anda, başka bir akıntı daha vardır: kanlı kollar, yaralı bedenler, açılmış bilekler… Bu, görünmez acının kanlı ifadesidir…
Hasıl-ı kelâm, kendini yaralama yalnızca bireysel bir ruhsal bozukluk değildir; modern toplumun panoramasıdır. İnsan, kendi benliğinin yükünü taşıyamaz hale gelmiştir. Acı artık gizlenmez, sahnelenir. Selfie’nin ışıltılı yüzünde görünen narsistik mutluluğun karşısında, kanlı bir arka yüz vardır.
Bugün çizik atma, sadece bir gençlik problemi değil; çağımızın metaforudur. Küçük büyük, kadın erkek, herkes bu görünmez hastalığın gölgesine düşmüştür. Modern toplumun ruhunu anlamak isteyen herkes, o kanlı selfilere ve paylaşımlara bakmalıdır. Çünkü o fotoğraflarda ve paylaşımlarda, yalnızca bir beden ve mesaj değil; bütün bir çağın ruhu yaralıdır…