Yeni Çözüm Süreci Üzerine Notlar

II: Duvar Muhafızları İkna Olursa
Çözüm süreciyle ilgili bir önceki yazı, “ Peki öyleyse, Bahçeli’ye böylesine sıra dışı bir çağrıyı yaptıran şey neydi? sorusuyla bitiyordu. Bu yazıyı yazdıktan yaklaşık bir hafta sonra Öcalan’ın "Rehber Apo’nun PKK’nin Fesih Kongresi’ne gönderdiği Perspektif" başlıklı bir metin yayımlandı.
Giriş cümlesinden itibaren Büyük Patlama’dan (Big Bang) başlayan ve 13,5 milyar yıllık evren tarihini kapsayan bu metin; evrenin oluşumundan, Adem’in Havva’ya karşı sınıfsal konumuna; bitki toplayan kadının epistemolojik önceliğinden, hayvan avlayan erkeğin kadının artı değerine çökmesine; M=c² formülünün Kürt halk mücadelesiyle ilişkisine kadar uzanan temalar yer alıyordu. Marks’ın sınıf temelli yaklaşımının yerine, Öcalan’ın kendisine ait olduğunu özellikle vurguladığı cinsiyet temelli tezler öne çıkarılmıştı. Felsefenin yerini kelamın aldığı bir dönemde, İslam rönesansının İbn-i Rüşd yerine Gazali çizgisinin benimsenmesiyle son bulduğu ifade ediliyordu. Kuantum fiziği, parçacık teorisi, pozitivizm eleştirisi, Sümer ve Asur metinlerinin tek tanrılı dinler üzerindeki etkisi, Anlam sorunu, Helenistik felsefenin Mısır’dan bilgiyi devşirmesi, Aztek mitolojisiyle şekillenmiş tanrıça merkezli dünya tasavvuru, Hegel’in gerisine düştüğü ima edilen Karl Marx ve reel sosyalizmin çöküşü, kapitalizmle komünizmi aynı anda uygulayan Maocu Çin modelinin tuhaflığı, Batı medenietinin yükselişi ve düşüşü yoğun bir şekilde ele alınıyor ve tüm bu başlıklar, en temelde “Önderliğin” neden hâlâ tam olarak anlaşılamadığı sorusuna bağlanıyordu.
Ancak doğrusu, böyle bir metni ortaya koyduktan sonra Önderliğin hâlâ “anlaşılamamaktan” şikâyet etmesini biraz yadırgadım. Metinde bu anlaşılamama meselesi şu ifadelerle dile getiriliyordu:
“APO DÖNEMİ: Önderliksel karakteri itibariyle çok az anlaşıldı. Anlaşılmıyor. Önderlik Gerçeği diyorsunuz ama nedir bu gerçeklik, anlamıyorsunuz… Önderlik gerçeğini doğru anlamadan, kendini gerçekliğe yatırmadan bırakın topluma öncülük etmeyi, kendiniz yürüyemezsiniz. Nitekim kendinizi dahi taşıyamıyorsunuz. Muazzam bir söylem ve eylem gücüm var. Bunları size sunuyorum, zorla vermeye çalışıyorum, yine almıyorsunuz. Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. Neden?
Keşke Önderlik, bütün bu evrensel metafizik göndermeler yerine, basitçe “1978’de dağa çıktım” ifadeleriyle başlayan bir “nutuk” kaleme alsaydı en azından “olay nedir, dert nedir, mesele nereye doğru evrilmektedir?” gibi sorulara biraz daha doğrudan cevaplar bulabilirdik.
Yine de tüm bu entelektüel yoğunluğa rağmen, asıl meselede Önderliği anlamış olmaktan ötürü kendimle gurur duydum. Elbette, metnin evren tasavvurundan tarih felsefesine, dinler kuramından kuantum fiziğine uzanan bölümlerinden pek bir şey anladığımı söyleyemem. Ancak şimdi esas dönüp bakmamız gereken yer, Öcalan’ın çözüm sürecine dair yaptığı değerlendirmeler ve bu bağlamda Devlet Bahçeli’ye yüklediği dikkat çekici anlamlardır.
Metnin hemen girişinde Abdullah Öcalan’ın dikkat çektiği önemli bir vurgu vardı. Öcalan, çözüm sürecinin tıkanıklığını aşmak için bir "eşik atlama" ihtiyacından söz ederken, bu atılımın kapısını ilginç biçimde Bahçeli’nin açtığını öne sürüyor. Bahçeli'yi yalnızca bireysel bir aktör olarak değil, devletin sert çekirdeğini temsil eden bir “proto-devletin eli” olarak konumlandırıyor. Daha önce amansız bir savaş figürü olarak tanımladığı Bahçeli’nin şimdi barıştan söz etmesini ise “anlamlı” bir dönüşüm olarak değerlendiriyor. Öcalan, bu yaklaşımını şu sözlerle ortaya koyuyor:
“Bir eşik atlamak gerekiyor. Tuhaftır, bizim tarafımızdan değil, bizzat benimle amansız ve her an idamım için her şeyi yapan bir Türk, dönemin Türk duyarlılığının patileşmiş hatta proto parti devletin en yetkili sesi ve eli olarak Devlet Bahçeli açtı bu yeni dönemi. Yani bizimle amansız savaş önderi olarak Bahçeli, DEM heyetine bunu bizzat söylüyor. ‘Ben bütün ömrümü buna adamıştım ama şimdi yeni bir dönemi başlatmak istiyorum.’ Bu da bana göre, bu Barış ve Demokratik Toplum çözümüne açık bir çağrı ifadesidir. Hem bir barış çağrısı hem tutarlı hem de demokratik çözüm içeriği olan bir barış çağrısı. Gelişmeler biraz bunu da gösteriyor. Ve buradan çıkartacağımız tek sonuç, ‘ancak savaşanlar barışabilir.’ Yani ikinci üçüncü güçler değil de ara güçler müttefikler değil de bizzat savaşın sorumluluğunu taşıyanlar ancak barışın sorumluluğunu üstlenebilir. Çünkü barış en az savaş kadar ciddi bir olay.”
Bu sözlerden anlaşıldığı üzere Öcalan, Bahçeli’nin “bütün ömrünü adadığı savaş çizgisinden” bir yön değişikliğine gittiğini ve bunun sıradan bir siyasi manevra değil, sistemin içinde bir dönüşüm emaresi taşıdığını ima ediyor. Ona göre bu dönüşüm, yalnızca bir tavır değişikliği değil; çatışmanın doğrudan taraflarının, çözüm sürecinin yükünü ve inisiyatifini de üstlenmesi gerektiği anlamına geliyor. “Ancak savaşanlar barışabilir” vurgusu, bu bağlamda barışın dış aktörler veya arabulucular değil, bizzat çatışmayı yürüten taraflarca gerçekleştirilebileceğine işaret ediyor. Öcalan’ın “bir eşik atlamak gerekiyor” ve “yeni bir dönemi başlatmak istiyorum” gibi ifadelere dikkat çekmesi, çözüm sürecini geçici bir taktikten ziyade, bir paradigma kırılması olarak yorumladığını gösteriyor.
Ancak söz konusu metin, yayımlandıktan kısa bir süre sonra geri çekildi. Buna rağmen hâlâ internette dolaşımda. Gerçekten Abdullah Öcalan’a ait olup olmadığı kesinlik kazanmış değil. Ne var ki metnin aidiyeti ne olursa olsun, ortaya koyduğu düşünsel çerçeve, benim de uzun süredir zihnimde şekillenen bazı değerlendirmelerle büyük ölçüde örtüşüyor.
“Peki öyleyse, Bahçeli’ye böylesine sıra dışı bir çağrıyı yaptıran şey neydi?” sorusuyla bitirdiğim bir önceki yazının teması da bu kırılma anını merkeze alan bir çerçevede şekillenecekti. Dolayısıyla bu metne denk gelmem, yalnızca düşündüklerimi pekiştirmiş oldu. Bir anlamda, yazmakta olduğum metinle karşılaştığım bu açıklamalar arasında bir tür tevafuk yaşandı
Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana şekillendirici olan Kemalist paradigmanın Kürt sorununa yaklaşımı konusunda ciddi bir kırılma eşiğine gelmiş durumdadır. Ulus-devlet merkezli bu paradigma, Kürt meselesini uzun yıllar boyunca bir “bütünlük tehdidi” olarak çerçevelemiş; çözüm yerine bastırma refleksini temel alan politikalar üretmiştir. Ancak artık bu yaklaşımın sürdürülemezliği, yalnızca Kürt toplumu içinde değil, devletin merkezinde de kabul görmeye başlamıştır.
Bu çerçevede, Devlet Bahçeli, MHP ve daha genel anlamda Türk milliyetçiliği, her ne kadar CHP’nin temsil ettiği resmi çizginin doğrudan siyasi taşıyıcısı olmasa da uzun yıllar boyunca Kemalist paradigmanın ideolojik sürekliliğini sağlayan başlıca aktörlerden biri olmuştur. Ancak artık tablo değişmiş durumda. Duvar Muhafızları, yani geleneksel milliyetçiliğin temsilcileri, bugün “yaban halk” olarak görülenlerle, bu bağlamda Kürtlerle, en azından ortak bir çözüm arayışına girmeye ikna olmuş görünüyor. Bu gelişme aynı zamanda Türkiye siyasetinin merkezinde oturan, yani tahtın geleneksel sahipleri konumundaki CHP çizgisinin de bu türden yapısal dönüşümleri Duvar Muhafızları olmaksızın sürdüremeyeceği bir gerçeği ortaya koymaktadır. Bu sebeple Bahçeli’nin tarihsel olarak korumaya koşullandığı bir ideolojik zeminde, çözüm sürecine dair yumuşama sinyalleri vermesi, yalnızca bireysel bir dönüşüm değil, devlet aklının yeniden yapılandırılmakta olduğuna dair güçlü bir işaret olarak okunmalıdır. Özellikle Öcalan’ın bu çıkışı dikkatle not ederek Bahçeli’ye “barış ve demokratik çözüm çağrısı yapıyor” anlamı yüklemesi, sürecin ağırlığını ve siyasi boyutunu kayda geçirmenin ötesinde, mevcut dönüşümün yönünü ve aktörlerini tanımlama çabasıdır.
Ancak burada yalnızca mevcut aktörlerin tutumuna odaklanmak yeterli değildir. Kürt meselesi, PKK adlı silahlı yapıya indirgenemez. PKK ortadan kalksa dahi, bir bölgede yoğun olarak yaşayan ve tarihsel bir kimliğe sahip olan Kürt nüfusunun asimilasyon yoluyla tamamen ortadan kaldırılması, belki 1920’lerin devlet ve milliyetçilik anlayışı açısından mümkün ya da arzu edilir görülmüş olabilir. Ancak bugün geldiğimiz noktada, milliyetçilik teorileri, etnik kimliğin yalnızca nesnel göstergelerle tanımlanamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Dilin unutulması, kültürel formların aşınması ya da geleneksel yapının zayıflaması, bir kimliğin veya kolektif aidiyetin sona erdiği anlamına gelmemektedir. Milliyetçilik, kültürel ve etnik ögelerden beslense de bunların varlığına indirgenemez. Her millet zamanla değişir; alışkanlıklar dönüşür, kültürel biçimler farklılaşır hatta en önemli nesnel gösterge olan dil dahi evrilebilir veya tamamen ortadan kalkabilir. Günümüzde asimilasyona uğramayan toplulukların dönüşümü Kürtlerden aşağı kalır değildir. Ancak sürekliliği sağlayan şey, tüm bu değişime rağmen varlığını koruyan kolektif bilinç, yani "biz" duygusudur. Bu nedenle, toplumsal kimlikler asimilasyonla silinemez; yalnızca biçim değiştirir. Milliyetçilik bambaşka biçimlerde, farklı araçlarla ve yeni kuşaklar eliyle yeniden tezahür edebilir. Tarih de bu konuda oldukça nettir: 20. yüzyılda Türkiye’de 20’nin üzerinde Kürt isyanı yaşanmış, her biri bastırılmış; ancak hiçbiri sorunu ortadan kaldırmamıştır. Eğer bugün de köklü ve kapsayıcı bir çözüm inşa edilmezse, bu defaki süreç de yalnızca arşivlere eklenecek bir başka isyan vakası olarak kalabilir. Sorun, yalnızca biçim değiştirerek geleceğe taşınır.
Fakat şunu da eklemek gerekir: Sosyoloji, çoğu zaman öngörülemeyen sonuçlarla işler; bugünün çözümü, yarının yeni sorunlarına da kapı aralayabilir. Ancak bu belirsizlik, hiçbir şey yapılmaması gerektiği anlamına gelmez. Aksine, tam da bu nedenle çözüm, sürekli bir siyasal akıl yürütme ve toplumsal müzakere süreci gerektirir. Bu koşullar altında Öcalan’ın Bahçeli’ye atfettiği anlam, sadece kişisel bir şaşkınlık ya da siyasi bir jest olarak değil, Türkiye siyasetinin derin yapılarında yaşanmakta olan bir dönüşümün göstergesi olarak değerlendirilmeyi hak eder. Gerçek çözüm ise ancak bu dönüşüm, tarihsel kör döngüleri tekrarlamak yerine, yapısal bir yeniden kurulumla tamamlandığında mümkün olabilir.
Devlet cephesinden bakıldığında, mesele hâlâ güvenlik merkezli bir okumaya tabi tutulsa da bir paradigma çözülmesinin emareleri gözlemlenmektedir. PKK cephesinden bakıldığında ise, bazı çevrelerce 47 yıla yaklaşan bir silahlı mücadelenin neredeyse başarıya ulaşmışken terk edildiği, bunun da bir “ihanet” ya da “satış” olduğu gibi, gerçekle bağları tamamen kopuk bir anlatı üretilmektedir. Öcalan bizi sattı, pardon sizi sattı, bu tam bir hezimettir” söylemiyle öfkesini dile getiren bazı Türk solcuları ile tek icraatı, şal u şapik giyip Avrupa Alplerinde verdiği pozları, sanki Kandil'miş, sanki Cudi'ymiş gibi algısal hokkabazlıklarla bize yutturmaya çalışan ve zaman zaman da “gerekirse ruhumuzu İsrail’e bile satarız” gibi parlak söylemlerle reelpolitik coşkusunu dışa vuran bazı Kürt milliyetçileri aynı hayal kırıklığında buluşmaktadır.