Ya Kanun-ı Esasi, ya Ölüm!

1876’dan beri neredeyse her kuşağın gündemini işgal eden anayasa tartışmaları, her defasında bir umut, her defasında bir çıkmaz olmuştur. Anayasaya yüklenen bu yüksek beklenti, bazen insana kendini iflah olmaz bir İttihatçı gibi hissettirmiyor da değil hani… Hürriyet Meydanı’nda “Ya Kanun-ı Esasi, ya ölüm!” diye haykıran o hürriyet kahramanlarından, Resneli Niyazi gibi mesela.
Oysa Anayasanın her derde deva bir metin olmadığı gerçeği çok erken tecrübe edildi. 1908’e gelindiğinde II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte sihirli bir elin ülkeyi düzelteceği umulmuş, fakat daha ilan edilir edilmez bir mebus, “Kanun-i Esasi’den sonra bütün sorunlarımız bitecek sanıyorduk; gördük ki mebusan meclisinde sadece ellerimizi kaldırıp indirmekten ibaretmiş” diyerek hayal kırıklığını dile getirmişti.
İttihatçı olmasa da ateşli anayasa taraftarlarının her devirde var olduğu bir gerçek; fakat her döneme, iflah olmaz istibdat yanlılarının damgasını vurduğu da hakikatin bir başka vechesidir.
Osmanlı Devleti, modern örgütlenme süreci içinde geleneksel muhalefet biçimlerini tasfiye etmişti; Sultan Abdülhamit ise, bu dönüşümün ardından ortaya çıkan devlet yapısında, hiçbir siyasal muhalefet kanalına izin vermeden otuz yıl boyunca iktidarını sürdürdü.
1876’da Kanun-ı Esasi’nin ilanından sonra yenilikçi fikirleriyle bilinen Tunuslu Hayreddin Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesi ve anayasal düzenin yeni kurumlarla desteklenmesi gerektiği yönündeki görüşü dikkat çekicidir. Geleneksel muhalefet kurumları tasfiye edilince, bu boşluğun modern ve anayasal kurumlarla doldurulması bir zorunluluk haline gelmiştir. Hayreddin Paşa, parlamento ile basın özgürlüğünü İslâm’ın meşveret sistemiyle uzlaştırmaya çalışır; parlamentonun İslâm’da “ehlü’l-hal ve’l-akd” denilen ulemâ ve âyanın yerini tuttuğunu ileri sürer. Böylece klasik İslâm siyaset düşüncesi içinde kalarak Avrupa’dan politik, idarî, sosyal ve ekonomik kurumların alınmasının hem mümkün hem de gerekli olduğunu, İslâm’ın buna cevaz verdiğini savunur. Ancak Hayrettin Paşa görevinden azl edilir. Anayasa kısa bir süre zarfında askıya alınır ve 1908 yılına kadar meclis bir daha toplanmaz.
Modern muhalefet ya Avrupa’daki sürgünlerde ya da yeraltındaki gizli cemiyetlerde hayat buldu. Ancak bir taraftanda eğitim kurumlarının yaygınlaştırılması, demiryolu ağlarının kurulması, telgraf hatlarının döşenmesi ve idarî bürokrasinin güçlendirilmesiyle ülke, Sultan Abdulhamit idaresinde baskının gölgesinde olsa da modern bir görünüme kavuştu. Nihayetinde süreç, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1908’de iktidara gelmesiyle noktalandı. Ancak “Acaba Sultan Abdülhamit kalsaydı daha mı iyi olurdu?” sorusu, bugün yalnızca tarihçileri değil, toplumu da ikiye bölen bir tartışma olarak hâlâ varlığını sürdürmektedir.
İttihat ve Terakki’nin Osmanlı’yı parçalamakla kalmayıp neredeyse her şeyi kaybettiren iktidarı düşünüldüğünde bu soruya cevap vermek kolay görünüyor. Fakat tartışılmak istenen yön bu değil… Sultan Abdülhamit’in yönetim tarzının niteliği ya da İttihat ve Terakki çatısı altında toplanan farklı görüşlerdeki muhalefetin zayıflığı ve kimi zaman art niyetli oluşu ayrı bir tartışma konusudur. Burada anayasa bağlamında tartışılmak istenen asıl mesele, Abdülhamit döneminde anayasal ve modern devlet örgütlenmesi içinde etkin bir muhalefetin hayat hakkı bulamamış olmasıdır. Dün olduğu gibi bugün de ona istibdat yönetimi yakıştırmasının kaynağı budur...
İttihat ve Terakki Cemiyeti, farklı etnik, dinî ve düşünsel temelleri bir araya getiren bir çatı örgütlenmesi niteliği taşıyordu. Bu zoraki birliktelik, aslında birbirinden çok farklı ideallerin aynı zeminde buluşmasına yol açtı. Kimileri imparatorluğu İslâmî temeller üzerinde yeniden canlandırmak isterken, kimileri Batı tarzı bir anayasal düzen arzuluyordu; bazıları milliyetçi ayrışmaların peşinde koşuyor, bazıları ise sosyalist bir gelecek tahayyül ediyordu. Normal şartlarda yan yana gelmesi güç olan heterojen siyasal ve toplumsal aktörler, istibdat rejiminin baskısı karşısında ortak bir söylem geliştirmek durumunda kaldılar. Bu söylemin en belirgin ortak paydası Kanun-ı Esasi talebiydi. Farklı ideolojik ve toplumsal temellere rağmen bu aktörleri bir arada tutan yegâne amaç, Sultanın şahsında simgeleşen istibdat rejimini bertaraf etmekti.
Muhalefet anayasal düzen içerisinde meşru bir siyasal kanal olmaktan çıkıp, dışarıda ve yeraltında örgütlenen; komplocu ve darbeci pratiklere yönelen bir gelenek haline dönüştü. 1906’da cemiyetin diasporadaki kolu ile Selanik-Manastır örgütlenmesinin birleşmesinden sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti, giderek ayrışarak saf milliyetçilerin hâkim olduğu bir yapıya dönüştü. Ancak bu dönüşümden sonra da “gizli ajanda” ile “görünür ajanda” arasındaki ikilik, Cemiyet’in baskın karakteri olmaya devam etti. Şükrü Hanioğlu ve Tunaya’nın da ifade ettiği gibi Cemiyet, Türkçü politikalara yönelirken, resmi yayın organlarında ısrarla Osmanlıcılığı savunuyordu. Oysa milliyetçi-Türkçü akım bu komitacı yapının gerçek yüzünü oluşturuyordu. Cemiyet İktidarı tam olarak ele geçirdikten sonra muhalefete hayat hakkı tanımadı. Kısa sürede muhalif bütün unsurlar sistemin dışına itildi. Nöylelikle yeni bir istibdad rejimi inşa edilmiş oldu.
Bu ideoloji, tarihsel süreçteki dönüşümler, dönemsel şartlar ve farklı siyasal etkilerle de olsa, 1923’ten sonra iktidara taşındı. 1921’de olağanüstü savaş koşullarının ürünü olarak kısa ve pragmatik bir anayasa hazırlandı. Esasen devletin yapısı ve işleyişine dair temel ilkeleri belirliyordu. Savaşın ardından 1924’te yeni bir anayasa hazırlandı; fakat bu metin, topluma kurucu ruh diye sunulan tek tipçi bir ideolojiyi yansıtıyordu. Türklük tanımını merkeze alıyor, üniter devlet anlayışını mutlaklaştırıyor, farklı kimlikleri görmezden geliyordu. Kişisel hak ve güvenceler de bu dar çerçevenin içine sıkıştırılmış, toplum homojen bir kalıba oturtulmaya çalışılmıştı.
Böyle bir düzende muhalefetin varlığına yer yoktu. Tek parti iktidarı, Meclis’i neredeyse sembolik hale getirdi. Milletvekilleri yalnızca hükümetin kararlarını onaylayan bir organa dönüştü. Ahmet Demirel’in yerinde tespitiyle, 1927–1946 arasında Meclis’te kullanılan 518.507 oyun %99,95’inin kabul yönünde çıkması, sadece 258 ret ve 33 çekimserin kayda geçmesi, aslında her şeyi anlatmaya yetiyor. Bu tabloya göre çeşitli toplumsal grupların siyasal düzeyde temsil edildiğini ileri sürmek, parlamentonun çatısı altında bir muhalefetin varlığını iddia etmek, mümkün müdür? 1924 Anayasası, fiilen tek parti merkezli, muhalefeti dışlayan bir siyasal düzenin zeminini oluşturmuştu.
1924 Anayasası, giderek belirli bir ideolojinin kurumsallaşma zemini haline geldi. 1920’lerin ve 1930’ların koşullarında demir ağlarla örülen ülkenin, devlet eliyle kalkınma hamlelerinin ve toplumsal dönüşümün taşıyıcısı bir işlev görse de ilerleyen yıllarda bu metne hayat veren kurucu irade giderek bir dogmaya dönüştü. Her türlü muhalefet çoğu zaman “hain”, “işbirlikçi” ya da “yıkıcı” olarak damgalandı. Toplumsal talepler ise sürekli bir tehdit unsuru şeklinde kodlanarak şeytanlaştırıldı ve dışlandı. 1982 Anayasası’na uzanan süreçte, özgürlükçü olarak anılan 1961 Anayasası da dâhil olmak üzere bütün düzenlemeler, esasen bu ideolojiyi tahkim etmeyi önceleyen bir anlayış üzerine inşa edildi. Buna karşılık, “öteki”nin talepleri ise sistematik biçimde görmezden gelindi. Çok partili hayatta bile muhalefet, yalnızca ekonomi ve icraatla sınırlı tartışmalara indirgenmiş; bu alanın dışındaki her türlü itirazın zemini, hem Meclis içinde hem de dışında tamamen kapatılmıştır.
Türkiye’de anayasalar, halkın özgür iradesiyle yapılan toplumsal sözleşmeler değil, devletin ideolojik doğrularını topluma dayatan metinler olarak şekillenmiştir. 2009 yılında Diyarbakır’da düzenlenen sivil anayasa arayışı sempozyumunda da ifade edildiği üzere, 1982 Anayasası askeri darbenin ürünü olması nedeniyle yürürlüğe girdiği günden itibaren toplumda rahatsızlık yaratmıştır. Çeyrek asrı aşkın süre içinde birçok kez değişikliğe uğramasına rağmen bu rahatsızlık giderilememiş; farklı toplumsal gruplar, anayasanın sorun çözmek yerine bizzat sorun üreten bir metin olduğunu deneyimlemiştir.
Bugün “yamalı bohça” görünümü arz eden bu metnin hâlâ ihtiyaçlara cevap verememesinin ardında yalnızca vesayetçi ruh değil, aynı zamanda siyasal paradigmanın kendisini tartışmaya kapatan yapısı yatmaktadır. Vesayet de zaten bu paradigmayı korumayı amaçlamıştır. Bu nedenle anayasa meselesi, teknik düzenlemelerle ya da yüzeysel müdahalelerle çözülecek gibi değildir. Asıl sorun, anayasanın “dokunulmaz” ve “tartışılmaz” ilan edilen ilkelerinden kaynaklanmaktadır. Vesayet ve istibdat anlayışında ısrar sürdükçe, sivil bir anayasa isteyenlerin de taleplerinde kararlı ve ısrarcı olması gerekmektedir.