15 Temmuz Darbe Teşebbüsü: Ezber Bozan Gece

Bugün, 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümü. O geceyi ilk öğrendiğim an, hâlâ zihnimde tüm canlılığıyla duruyor. Sivas’a yaklaşık 10 kilometre mesafedeki Taşlıdere Dinlenme Tesisleri’nde kısa bir mola vermiştik. Televizyonda Boğaziçi Köprüsü’nün askerlerce trafiğe kapatıldığı görüntüler vardı. "Herhalde bir terör tehdidi vardır" diyenler oldu. Doğrusu ben de aynı fikirdeydim. Olağanüstü bir hareketlilik vardı ama bir darbe teşebbüsü ihtimali aklımın ucundan bile geçmiyordu.
Saat 22.00 23:00 sularında, molanın ardından Sivas’tan Tokat’a doğru yola çıktık. Asıl varış noktam Çorum'du. Yol boyunca birkaç kez jandarma kontrolüne denk geldik. Doğu'da alışık olduğumuz: bu tür uygulamalar, bu civarda pek sık rastlanan bir şey değildi. Ama yine de tam olarak neye işaret ettiğini anlamakta zorlanıyordum. Çamlıbel Geçidi’nden aşağıya doğru inerken, yerleşim yerlerine yakın noktalarda uzaktan ezana benzer sesler işitmeye başladık. Bu alakasız vakitte ezana benzer sesler duymak tuhaftı. Bundan olsa gerek ezan mı değil mi bir türlü karar veremiyorduk.
“Sivas yollarında” doğru düzgün ne telefon çekiyordu ne de internet. Telefonun çektiği bir noktada bir arkadaş aradı. “Darbe olmuş diyorlar,” dedi. Ben şaka yapıyor zannettim. Yurtta Sulh Konseyi’ denen bir grup asker yönetime el koydu. Tam konuşurken hat kesildi. Bir taraftan da bunun şaka olmadığı şüphesi içimi kemirip duruyordu. Çünkü Köprünün tutulduğu, jandarma kontrollerinin sıklaştığı, konsey bildirisi söylentilerinin yayıldığı, minarelerden ezan seslerinin yükseldiği o saatler... Tüm bu parçalar yavaş yavaş birleşmeye başlıyordu. Dağ başlarında, iletişimin neredeyse tamamen koptuğu bir ortamda olup biteni ancak bu dağınık işaretler üzerinden anlamaya çalışıyordum. Saat 23:00 ile 01:00 arasında yaşadığım tüm o fragmanlar, yol boyunca zihnimde birleşiyor ve tek bir anlatıya korkutucu bir darbe gerçeğine dönüşüyordu.
Telefon sinyal almaya başladığında, ben onu aramaya fırsat bulamadan o arkadaş beni tekrar aradı. Bir yandan onunla konuşuyor, bir yandan da eşimden Twitter’a bakmasını istiyordum. Arkadaşım, “Bir grup asker TRT’ye girdi, kendilerine ‘Yurtta Sulh Konseyi’ diyorlar. Şu an darbe bildirisi okunuyor,” dedi. O an kısa bir duraksama yaşadım. “Eğer bu bilgi doğruysa, maalesef bu iş bitmiştir” dedim. Çünkü darbe dediğimiz şey tam da böyle bir şeydi. Gemi azıya almış bir grup hıyar bir araya gelip, devletin merkezinde, ulusal kanalda darbe bildirisi okur ve iş bir teşebbüs olmaktan çıkar fiilen gerçekleşmiş bir darbe olurdu.
Darbe süreçlerinde, yalnızca tanklar ve bildiriler yetmezdi tabi. Her zaman, uyduruk da olsa bir “senaryo”ya ihtiyaç duyulurdu. Genelde kaos ve anarşinin arttığı, liderin kaçtığı, devletin felç olduğu, ordunun ise “kurtarıcı” rolüyle sahneye çıktığı bir tiyatro sahnelenirdi. Psikolojik ikna, sembolik güç gösterisi darbe süreçlerine eşlik ederdi. 28 Şubat’ı hatırlayalım… “Sisi” lakaplı bir dönmenin öncülüğünde servis edilen ve kamuoyunun önüne sunulan o malum film... Kırmızı başlıklı, siyah boneli bir kız; bir kurt adam; uyduruk bir şeyh; iki baykuş, üç maymun; Elazığlı Ali Baba ve Kırk Haramiler… Tam anlamıyla absürt bir senaryo ve ucuz bir prodüksiyon da olsa bazı çevrelerde karşılık bulması içler acısıydı.
Dünyanın birçok bölgesinde operasyon yürüttüğü ve manipülasyonlarıyla tanındığı söylenen, CIA bağlantılı Stratfor adlı düşünce kuruluşu, Amerikan MSNBC televizyonu işbirliğiyle Cumhurbaşkanı’nın Almanya’ya sığınma talebinde bulunduğu yönünde asılsız bir haber yaydı. FETÖ ve darbeci hesaplar tarafından hızla paylaşılan bu iddia, o sırada umutsuzluğu daha da derinleştirdi. Bu düşünce kuruluşunun yediği haltların haddi hesabı olmadığını darbeden çok sonra öğrendik.
Devletin içine çöreklenmiş bu yapı kendine öylesine güveniyordu ki, sadece Cumhurbaşkanı’nın yurtdışına kaçtığına dair bir yalan haber servis etmeleri yeterli olacaktı. Film sahnelemek yerine ajanslarla bu işi nokta atışı götürmek onlar için yeterli görülmüştü. Böyle bir yalan, doğrusu ortaya çıkmadıkça bütün bir direnci kırmaya fazlasıyla yeterdi. Ancak her şeyin yönünü değiştiren o kritik an geldi: Cumhurbaşkanı Erdoğan, FaceTime üzerinden canlı yayına bağlandı. O görüntü yalnızca bir açıklama değil, o geceyi değiştiren bir eşikti. Cumhurbaşkanı’nın ülkeyi terk ettiği yönündeki haberin asılsız olduğu, aksine İstanbul Havalimanı’na ineceği bilgisi yayılınca, sönmeye yüz tutmuş umutlar yeniden canlandı. Demek ki henüz her şey bitmemişti…
Darbeyi yapanların da darbeye çanak tutanların da beklemediği bir şeydi bu...
Sokağa çıkmak mı? Direnmek de ne demekmiş? Onlara göre bu millet, darbe sabahı cuntacıların izni olmadan camiye bile gidemezdi. FETÖ’cü bir akademisyenlerden Kerim Balcı, o gece bunu şöyle ifade ediyordu: “Asker darbe yapmaya kalkıştıysa başarısız olması çok zordur. Bizim insanımız bırakın bombayı G-3 tüfeğininin kurşununa karşı nasıl savunmaya geçeceğini, nasıl siper alacağını, yerde yatmayı bilmez.”
Aptallıklarının bir kısmı aşırı özgüvenlerinden bir kısmı da bu inançtan kaynaklanıyordu. Evet, çok gaddardılar,ellerinden geleni ardlarına koymadılar ama daha da gaddarlaşmalarının önündeki engel de buydu. Bir darbe için yapılması gereken asgari şartların fazlası bile yapılmıştı. Ötesine gerek yoktu. Siyasetçilerin şapkasını alıp gitmesi, sivillerin değil sokağa çıkmak pencerelerden dahi bakmaması gerekiyordu. Umulan şey tam olarak buydu. Operasyonel kafa böyle çalışıyordu. Sadece FETÖ’cü asker ve sivillerin değil, darbeyi destekleyen birçok kişinin kafası da aynı ezberle çalışıyordu. Darbelerin bir örüntüsü ve işleyişi vardı. Ellerini ovuşturarak bekliyorlardı; her şeyin çoktan bitmiş olması gerekiyordu ama bir türlü bitmiyordu. Bitmediğini gördükçe hırçınlıkları artıyordu.
Bu kafaların nasıl çalıştığına dair çarpıcı bir örnek de şuydu: Mesela ertesi günü müydü tam hatırlamıyorum; ama televizyon ekranlarında Orhan Miroğlu’yla bir televizyon programında tartışan, “profesör” unvanlı bir akademisyen, Nurşen Mazıcı, o gün özellikle dikkatimi çekmişti. Amerika’da darbeler üzerine doktora yapmış, kendini bu alanda “uzman” olarak tanımlayan biriydi. Güney Amerika’dan Orta Doğu’ya, oradan Uzak Doğu’ya kadar dünyadaki tüm askeri darbeleri incelediğini, dev bir veri tabanıyla kuramsal bir çerçeve oluşturduğunu iddia ediyordu.
“Efendim, ben Amerika’nın en saygın üniversitelerinden birinde askeri darbeler üzerine doktora yaptım... Wisconsin ve Michigan üniversitelerinde ders verdim," diyordu kendinden gayet emin bir edayla. Konuşmasındaki Amerikan aksanı, Türkçe’ye yansıyan o yayvan sesler, cümlelere başlarken İngilizce aksanlıların çıkardığı o meşhur “Eeaaammmmm…” ve “m” harfine yaptığı abartılı vurgular... Tüm bu jestler ve mimikler, o üstenci bakışla birleşince, programın başında vurguladığı batılı akademik kariyeri aksan ve tavırları üzerinden sürekli hatırlatma çabasına dönüşüyordu.
Tüm bu kuram, araştırma ve akademik jargonun altında halkın sokaklara dökülmesini ve bu teşebbüsü bastırmış olmasını küçümsemiş olmaktan başka bir söz yoktu. Kabullenemediği için, darbelerle ilgili akıl dışı teoriler üretmeye devam ediyor, olup biteni anlamaya çalışmak yerine kendi ezberini tekrar tekrar dile getiriyordu. Üstelik bu tavır, darbeyle ilgili yürütülen kara propagandanın ve yayılan yalanların da başlangıç noktalarından biriydi.
Kendisine sorulan net bir soruya; “Bu darbeye dair sizin kuramsal bir değerlendirmeniz var mı?” cevabı tam anlamıyla hayal kırıklığıydı:
“Latin Amerika’yı da kapsayacak şekilde tüm askerî darbeleri inceleyerek bir kuramsal taban oluşturmuşşşştummmm...” diyordu, “şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bu girişim, darbelerin genel mantığına uymuyor.” Peki neden uymuyormuş? Tüm program boyunca verdiği yegâne somut argüman şuydu: “Çünkü başlama saati uymuyor.” Dünyadaki bütün darbeler Cuma günü, sabaha karşı, herkes derin uykudayken yapılırmış. Böyle şey mi olurmuş, o saatte darbe mi yapılırmış! Dünyada eşi benzeri yokmuş. Saat 22.00'de başlıyorsa darbe olamazmış.
Evet, bu kadardı. Tüm veri tabanları, tüm kıtaları kapsayan analizler, akademik birikim... Hepsi gelip gece 03.30’a tosluyor. Saat uymuyorsa, demek ki darbe değilmiş! Neyseki darbenin günü uyuyordu. Buradan hareketle yarım darbe teşebbüsü saysak yok ona da yanaşmıyordu. Her şeyin en küçük ayrıntısına kadar doktora tezi olarak hazırladığı darbelerin el kitabına uyması gerekiyordu.
Orhan Miroğlu, tüm şaşkınlığıyla müdahale etti:
“Hanımefendi bu nedir şimdi? Yani saat uymuyor diye darbe değil mi diyeceğiz? Ne diyeceğiz şimdi? Bu nasıl bir mantık Allah aşkına?”
Kadın akademisyen ise gayet kendinden emin bir edayla:
“Efendim, kuramsal olarak uymuyorsa... o zaman darbe değildir,”
dedi. Yetmedi bir de oradakileri akıldışılıkla, bilim düşmanlığıyla suçlamaya başladı.
Miroğlu: “Peki tamam, darbe değil diyelim. O halde bu olan biten nedir? Askerler, tanklar, uçaklar, bombalar, insanlar sokağa dökülmüş... Nedir bu?”
Hanımefendinin cevabı ise tam bir çok şey söylüyormuş gibi yapacağım’ klasiğiydi. Eeaaammmmm! Bu başka bir şeydir. Bilmem efendim. Ben bilimsel yaklaşıyorum. Benim sorunum değil…” Ben ne olduğunu değil ne olmadığını söyleyebilirim. Bunun darbeyle bir ilgisi yok; bu, askerî bir darbe değil."
Bir adım daha ileri giderek halkın direnişine de sataştı. Tiksinir gibi bir surat ifadesi ile;
“Hem ne o öyle, elinde satırlarla kadınlar sokağa çıkıyor? O kadın nereye gidiyor... Halkı çağırıyorsunuz ama askeri emir-komuta ile sokağa çıkar onları geri çağırabilirsiniz. Peki halkı sonra nasıl geri toplayacaksınız? Bu ölümlerin hesabını kim verecek?” diyordu. “Herkesin hayatı en az Erdoğan’ınki kadar değerlidir” diyerek de aklınca zavallı insanların Erdoğan’ın iktidarını korumak için canını tehlikeye attığını ima ediyordu.
İşin çığırından çıktığını nihayet fark eden Orhan Miroğlu, sabrını yitirerek şöyle çıkıştı: 'Yaww... bu resmen darbenin başarısız olmasına üzülüyor!'
Neyse ki, bilimsellik kisvesiyle sunulan saçmalıklara daha fazla dayanılmamış olacak ki, reklam arasına girildi. Reklam dönüşü ise sunucu kısa ama net konuştu: “Program konuğumuz yayından alınmıştır.”
Akademisyenin hem oluşturduğu darbe örüntüsünde hem de ‘saat takıntısı’ diyebileceğimiz yaklaşımında da ciddi bir sorun vardı. Dünya darbeler tarihini incelediğini söyleyip dev bir "veri tabanı" oluşturduğunu iddia eden hanımefendi 12 Mart 1971 Muhtırası’nı ve sadece üç gün öncesinde yaşanan Cemal Madanoğlu darbe teşebbüsünü veri tabanına dahil etmemişti. Gel de dünyadaki tüm darbeleri incelediğine inan inanabilirsen. Oysa Türkiye yakın tarihi, üç gün arayla biri sol eğilimli bir kalkışma, diğeri ise sağ eğilimli bir muhtıra olmak üzere iki kritik askerî müdahaleye sahne olmuştu.
Muhtıra, 12 Mart 1971 Cuma günü saat 13.00'te, TRT radyolarından okunan bildiriyle duyuruldu. Darbeciler, eğer "kalule uykusu" gibi ayrıntıları hasaba katmadılarsa, güpegündüz bir darbe gerçekleştirmiş oldular. Ne gece baskını ne sabaha karşı tank sesleri… Tüm ülkenin uyanık olduğu, memurların öğle arasında olduğu bir vakitte geldi muhtıra: saat tam 13.00. Günlerden Cuma’ydı.
Ama bu darbe yapılmamış olsaydı, Doğan Avcıoğlu çevresinde toplanan Millî Demokratik Devrimciler, Cemal Madanoğlu liderliğinde, üç gün önce yani 9 Mart Salı günü kendi darbelerini gerçekleştireceklerdi. Darbe son anda MİT içindeki Mahir Kaynak’ın ihbarıyla durduruldu. Sol bir darbe teşebbüsü böylece boşa çıkarken, üç gün sonra bu kez sağın kontrolündeki komuta kademesi kendi muhtırasını ilan etti. Şimdi gel de anlat bunu o "veri tabanı uzmanı"na. Bir darbe teşebbüsü Salı günü yapılacaktı, biri Cuma günü yapıldı. Biri iptal edildi, biri başarıyla sonuçlandı. Birinin günü uymuyor, diğerinin saati. Eee, ne yapacağız şimdi veri tabanını? Evet, geleneksel olarak darbeler sabaha karşı yapılır, tercihen de Cuma günü. “Farz değilse de evladır” diyelim. Sevabı bol, riski az bir zaman dilimidir. Ama olmazsa olmaz değildir. Hiçbir toplumsal olay, mutlak formüllerle açıklanamaz; her biri kendi bağlamında, kendi özgül dinamikleriyle kavranmalıdır.
1971 Muhtırası’nı ve öncesindeki Madanoğlu darbe teşebbüsünü dikkate almamış olması, hele ki darbeler üzerine doktora yapmış ve ‘tüm dünya darbelerini inceledim’ diyen biri için, mazur görülebilecek bir eksiklik değildir. Ama aklı başında bir akademisyenin yapacağı şey bellidir: “Yanıldım,” der geçer. Gerekirse çalışmasının yöntemini gözden geçirir, bulgularını revize eder, hatasından öğrenir. Elbette çalışmayı çöpe atmasına gerek yoktur; bilimsel emek hataya rağmen değerlidir. Ama onun derdi akademik bir sorgulama değil gibiydi. Konuşmalarında daha çok bilimsel kavramların ardına saklanan bir militan havası seziliyordu.
Neyse, burada asıl üzerinde durulması gereken mesele bu hanımefendinin tezinin içeriği değil. Doğrusunu söylemek gerekirse, kendi ömründe bizzat tanıklık edebileceği bir süreci bile hesaba katmayan bir tez, benim için zerre kadar kıymet taşımaz. Güya dünya darbeler tarihini incelemiş; ama kendi ülkesinde, kendi gençlik yıllarında gerçekleşen 1971 Muhtırası’nı dahi görmezden gelmiş. Kendi hafızasına bile danışmadan kurduğu o tez, olsa olsa bir kurguya, en iyi ihtimalle ideolojik bir çarpıtmaya hizmet eder.
Daha önce bir yazıda değinmiştim: Aslında darbelerle ilgilenen herkesin FETÖ ve darbecilerin kafası da işte tam olarak böyle çalışıyordu. Onlar da klasik darbe ezberleriyle hareket ettiler. Lakin hesaba katmadıkları şeyler oldu. Plan bozuldu, saat değişti, ezber şaştı. Ve sonra, Türkiye tarihinde belki de ilk kez halk, bir darbe girişimine ölümüne bir direnişle karşılık verdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çağrısıyla milyonlarca insan sokağa çıktı. O klasik veri tablolarına, ezberlenmiş darbe reçetelerine sığmayacak bir şey oldu. Ancak FETÖ’cü çevreler ve FETÖ’cü olmasa da hevesleri kursağında kalan, darbeye içten içe umut bağlayan bazı çevreler, darbenin “başlama saati” üzerinden spekülasyon üretmeyi hiç bırakmadı. Darbenin saatiyle uğraşmak, güya sofistike bir tartışma yürütmek gibi görünse de aslında yaşananı itibarsızlaştırmanın, çarpıtmanın ve nihayetinde inkâr etmenin bir başka yoluydu.