Yeni Çözüm Süreci Üzerine Notlar

I: Winter is coming
Son bir yıldır, Dolmabahçe Sarayı’nda sona erdiği ve bu nedenle “buzdolabına kaldırıldığı” söylenen çözüm sürecinin yeniden başlayacağına dair çeşitli söylentiler gündemdeydi. Ancak çözüm süreci gerçekten yeniden başlayacaksa bile, bunun Devlet Bahçeli’nin sürpriz bir çıkışıyla gündeme geleceğini kimse beklemiyordu. Bahçeli, kitabın ortasında konuşacağım diyerek, Abdullah Öcalan’a yönelik şöyle bir çağrıda bulunuyordu:
“Tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM'de, DEM Parti grup toplantısında konuşsun; terörün tamamen bittiğini, örgütün lağvedildiğini haykırsın. Ne Kandil, ne Edirne; adres İmralı’dan DEM’e uzansın, bu ağır ve tarihi terör sorunu ülke gündeminden tamamen çıkarılsın.”
Devlet Bahçeli’yi bu konuşmaya sevk eden neydi? Devlet Bey, konuşmasına güney sınırlarımızda yaşanan gelişmeleri kısaca değerlendirerek başlıyor ve gelmekte olanı şöyle tarif ediyordu:
“Etrafımızın yangın yerine döndüğünü hepiniz görüyorsunuz. İsrail, Hamas Lideri İsmail Haniye’den sonra yerine geçen Yahya Sinvar’ı da katletti. Siyonist barbarlık, suikast halkalarına bir yenisini daha ekledi. İki gün önce, İsrail vandallığı, Gazze’nin Meşru Beyt Lahiya bölgesinde aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 87 kişiyi öldürdü. Lübnan havadan ve karadan abluka altında can çekişirken, yine bedel ödeyen, can veren, kanı dökülen masum sivil halktan başkası değildir. Kaos ve krizlerin giderek kökleştiği, savaş ve çatışmaların sürekli ilerleyiş kaydettiği bir dönemde Anadolu; güven, barış, istikrar ve huzur coğrafyası olmalıdır. Gerçekten sonsuza kadar var olmanın çaresi ve çözümü de ancak böyle sağlanacaktır.”
Bu beklenmedik konuşmaya ilk tanık olduğumda, zihnimde bir anda Game of Thrones dizisinden karanlık sahneler canlanmıştı. Televizyondaki konuşmaları izlerken, yanımdakilere mi söyledim, yoksa kendi kendime mi mırıldandım, tam olarak hatırlamıyorum ama filmin şu repliği dudaklarımdan döküldü: “Winter is coming” (Kış yaklaşıyor).
Henüz Suriye meselesi çözüme kavuşmamıştı. Bahçeli’nin grup toplantısındaki o sıra dışı çıkışından yalnızca iki hafta sonra, 8 Aralık 2024’te Suriye Devrimi gerçekleşecekti. Bahçeli sınırın ötesiyle ilgili gerilimleri şu sözlerle ifade ediyordu:
“Güneyimiz yanarken, kuzeyimiz toz duman içindedir. Doğumuz sıkıntılarla yoğrulmuşken, batımızda karanlık oyunlar planlanmaktadır. İç ve dış işgal cephesi gemi azıya almıştır.” Ardından, konuşmanın tonunu daha da yükselterek tarihsel bir kırılmaya işaret ediyordu: “Belki bugünden sonra tarihin akışı daha farklı olacaktır… Bugün kitabın ortasından ve hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak netlikte konuşacağım. Alışıldık söylem kalıplarından az da olsa taşmanın vakti geldiyse, o vakit bu vakittir.”
Açıkçası, Bahçeli’nin söylediklerinden çok daha ötesini hayal ediyordum. Ayrılıkçı Kürtleri ve Abdullah Öcalan’ı bile birlik ve kardeşliğe çağıran böylesi sıra dışı bir söylem, olsa olsa kimsenin tahayyül edemeyeceği büyüklükte bir tehdidin habercisi olmalıydı. Kafamda kurgu çoktan şekillenmişti: Sınırın ötesindeki o “İsrail” adlı lanet, Amerikasıyla, Avrupasıyla, Kuzey Kore’den, Moğol bozkırlarından ve akıl almaz canavarlardan devşirdiği 500 bin kişilik bir orduyla, bugün ya da en geç yarın Türkiye sınırından içeri girecekti. Elbette, bu dehşet senaryosunu destekleyen herhangi bir uluslararası gelişme ya da endişelerimi rasyonel kılacak tek bir veri bile bulunmuyordu. Ancak Türkiye’nin yakın tarihi, Kürt meselesine dair kökleşmiş refleksleri ve MHP’nin PKK’ya, Abdullah Öcalan’a yönelik söylemi dikkate alındığında, bu absürt görünen senaryo bile kulağa daha makul geliyordu. Lafı dolandırmaya gerek yok: Herhalde bugünden yarına kıyamet kopuyor olmalıydı.
Bana bu fantastik film repliğini düşündürten şey tam da böyle bir şeydi. Diziyi bilenler bilir; en meşhur repliklerden biridir: “Winter is Coming” (Kış Geliyor), "Game of Thrones" (Taht Oyunları) dizisinde Stark Hanesi'nin mottosudur.
Winter is Coming”, hem neredeyse on yıllar süren kışı hem de yaklaşmakta olan tehlikeleri ve zorlukları simgeler. Ancak diziyi izlemeyenlerin, Kürt meselesiyle nasıl bir bağlantı kurduğumu anlayabilmesi için, önce dizinin ilgili kısımlarını kısaca anlatmak gerekir.
Yedi Krallık, Demir Taht için amansız bir mücadele içindedir. Ancak bu krallıkları, kuzeyin buz tutmuş vahşi topraklarından ve orada yaşayan yaban insanlardan ayıran devasa bir buz duvarı bulunmaktadır. Duvarın ötesinde yaşayanlara “yaban” denir. Onlar, sert ve acımasız doğanın insanlarıdır. Yaban ile yedi kralık binlerce yıldır sebebi bilinmeyen bir düşmanlık içindedir. Bu sebeple Yedi Krallık’ın kendi içinde parçalanmış, birbirleriyle savaşan halkları, bu ortak tehdit karşısında birleşerek hareket etmektedir.
Duvarı korumakla görevli insanların profili de şöyledir: Her nerede hayattan umudunu kesmiş, idama mahkûm edilmiş birisi varsa, ona bir seçenek sunulur: Duvarı koruyanlar arasına katılmak. Bu teklifi kabul eden kişinin geçmişi unutulur; işlediği suçlar görmezden gelinir. O andan itibaren, kişi kutsal bir yeminle kendini yalnızca duvarı ve Yedi Krallık’ı yabanlardan korumaya adar.Ancak her kim ve hangi sebeple olursa olsun yeminini bozar ve duvarı korumaktan vazgeçer ya da kaçarsa yakalandığı yerde öldürülür.
Hatırladığım kadarıyla dizi tam da böyle bir sahneyle başlıyordu. Duvardan kaçan biri kuzeyin topraklarında yakalandığı yerde infaz ediliyordu. Buna rağmen adamın idamı duvara tercih etmesinin sebebi çok sonra anlaşılıyordu. Duvarın ötesinde dehşet verici gelişmeler yaşanır. “Ak Gezenler” adı verilen, zombi benzeri yaratıklar ortaya çıkar. Bu varlıklar dokundukları veya öldürdükleri her canlıyı kendi saflarına katarak giderek büyüyen bir ölüler ordusu oluşturmaktadır. Bu korkunç tehdit, yalnızca yabanları değil, Yedi Krallık’ın tamamını yok olmanın eşiğine getirir. Duvarın ötesinden gelen bu varlıklar, bireysel hesapların, iç savaşların ve taht mücadelelerinin çok ötesinde bir tehdittir. Çünkü Ak Gezenler karşısında soyun, dinin,dilin,tahtın, aile ve hanedanlıkların hiçbir anlamı yoktur. Ya birlik olunur ya da herkes tek tek yok olur.
Bu canavar ordusu ilk olarak “yaban”ların topraklarında görülür. Yabanlar, bu ölüler ordusundan kaçarak duvara sığınır. Başlangıçta onlara karşı direnen duvar muhafızları, yürüyen ölüleri kendi gözleriyle gördüklerinde gerçek tehdidin farkına varır ve yabanları içeri alırlar. Artık duvarın iki yakasındaki insanlar, ortak bir düşmana karşı omuz omuza savaşmak zorundadır. Ne var ki bu beklenmedik ittifakı, tahtın sınırlarında yaşayanlara anlatmak neredeyse imkânsızdır. Yaban halkı, Yedi Krallık için saplantı düzeyinde bir tehdittir. Her ne olursa olsun, yabanlarla ittifak yapılmaz. Binlerce yıllık inanç bu, gelenek bu, ezber bu…
Tabii ki duvardaki muhafızlar da bu konuda krallığın insanlarından daha az inatçı değildir. Ancak gördükleri dehşet öylesine büyüktür ki, kim bu gerçeğe tanıklık ederse ikna olacaktır diye düşünürler. Bu nedenle aralarından bir temsilci seçip krallığın merkezine, tahtın huzuruna gönderirler. Binlerce yıldır süregelen düşmanlık göz önüne alındığında, onları ikna etmek kolay değildir. Ama muhafızlar ellerinde güçlü bir kanıtla gelirler: Büyük zorluklarla ele geçirdikleri bir Ak Gezeni (ölüler ordusundan birini) bir çuvalın içinde getirip kralın/kraliçenin önüne atarlar.
Çuval açıldığında iskelet hâlindeki varlık birden harekete geçer. öfkeyle hırıldar ve etrafa saldırmaya başlar. Gördükleri manzara karşısında salondaki herkes donakalır. Artık kimsenin inkâr edebileceği bir şey kalmamıştır. Kaybedecek vakit yoktur. O an ikna olanların gözünde artık yegâne mesele, bu yaşayan ölüler tehlikesini durdurmaktır.
Bahçeli’nin konuşmasına ilk tanık olduğumda “Winter is Coming” dememin sebebi işte tam da buydu. Zihnimde kurduğum metafor, Kürt meselesi üzerinden şekilleniyordu. Şöyle düşündüm: Herhalde birileri Devlet Bahçeli’nin önüne bir çuval dolusu ikna edici kanıt koymuş olmalı ki, gelen tehlikenin boyutu, artık PKK ile kıyaslanamayacak kadar büyük olmalı. Bahçeli’nin hiç beklenmedik ve umulmadık bir anda Apo gelsin Meclis’te konuşsun demenin başka izahı yoktu..
Ancak dediğim gibi, tüm bu kurgu, yaşayan ölüler, duvarın iki yakasındaki ittifak ve yaklaşan felaket imgesi, Suriye’de mesele henüz Türkiye’nin istediği biçimde çözüme kavuşmadan önceki bir varsayıma dayanıyordu. O günlerde bu yazıyı kaleme almayı istemiş, ama çok geçmeden 8 Aralık’ta Suriye Devrimi gerçekleşince, yazmaktan vazgeçmiştim.
Çünkü bu varsayımların haklı çıkması için, Suriye’de her şeyin Türkiye’nin aleyhine gelişmesi, Bahçeli’nin o gün dile getirdiği gibi her yerin toz duman ve yangın yeri hâline gelmesi gerekiyordu. Allah’a şükür, öyle olmadı.
Bu yazının arkasında bir "haklı çıkma" arzusu yoktu. Tam tersine, sınırın hemen dibinde yaşayan biri olarak, yaklaşmakta olduğuna inandığım bir felaketin karanlık gölgesi ve korkusuydu. Açık konuşmak gerekirse, başka türlü Bahçeli'nin böylesine radikal bir konuşma yapması bana mantıklı gelmiyordu. Bu kadar keskin, bu kadar ezber bozan bir çıkışın ardında, bizim henüz görmediğimiz ama çok yakında yüzleşmek zorunda kalacağımız büyük bir tehdit hatta varoluşsal bir kriz olmalıydı. Demek ki MHP ve Bahçeli’ye atf ettiğim kadar bu da benim ezberimmiş. Peki öyleyse, Bahçeli’ye böylesine sıra dışı bir çağrıyı yaptıran şey neydi?
Yeni çözüm süreciyle ilgili gözlmeler bir sonraki yazının konusu olacaktır.