Hacı Talha ve Oğulları

Hacı Talha ve Oğulları

Nişantaşı’nın Ötesinden Bir Cumhuriyet Hikâyesi

Orhan Pamuk’un ünlü romanı Cevdet Bey ve Oğulları, bir Osmanlı tüccar ailesinin üç kuşak boyunca yaşadığı dönüşümü anlatır. Cumhuriyet’in ilanı öncesinde Nişantaşı’nda yaşayan Cevdet Bey ve onun oğulları aracılığıyla roman, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecini ve bu süreçte yaşanan bireysel ve toplumsal değişimleri bir ailenin hikâyesi üzerinden işler. Bana göre Cevdet Bey ve Oğulları Orhan Pamuk’un en güzel romanıdır (bunu da belirtmiş olayım).

Bir roman yazarı olsaydım, ben de kendi hikâyemi üç nesil üzerinden kaleme almak ve dördüncü nesle bir kapı aralamak isterdim. Ama değilim; yine de kendi hikâyemle ilgili bir şeyler karalayabilirim: Üç kuşak boyunca süren, Siirtli köylü bir ailenin hikâyesi… Sadece özet olarak değineceğim bu hikâye, Nişantaşı’nın ötesinden sesleniyor bize. Cumhuriyet’in bir de böyle hikâyeleri var.

Birinci Nesil: Hacı Talha

Hacı Talha’nın ömrünün büyük bir bölümü, 25 Haziran 1927’de, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ilanından iki yıl sonra kurulan Birinci Umumî Müfettişlik dönemine denk gelir. Bu müfettişlik, olağanüstü yönetim anlayışıyla oluşturulmuş, anayasal denge ve denetim mekanizmalarını büyük ölçüde askıya alan bir yapıya sahiptir. Merkezi Diyarbakır olan Birinci Umumî Müfettişlik; Elazığ, Urfa, Bitlis, Van, Hakkâri, Siirt ve Mardin illerini kapsamış, bölgeye atanan müfettişlere sivil, askerî ve adlî makamlar üzerinde tam yetki verilmiştir.

Bu yapının temel amacı, isyancı ve ayaklanma riski taşıyan bölgelerde devlet otoritesini yeniden tesis etmek ve devletin ideolojik-güvenlikçi politikalarını -tek millet, tek dil, laiklik gibi-  yerelde etkin bir biçimde uygulamaktı. Bu yönüyle Birinci Umumî Müfettişlik, yalnızca idari değil, aynı zamanda siyasi ve ideolojik bir tahkimat aracı olarak işlev gördü.

Daha açık ve net bir ifadeyle, Umumî Müfettişliklerin asıl amacı, Kemalist ilke ve inkılapların taşrada yerleştirilmesini sağlamaktı. Özellikle Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgelerde laiklik, milliyetçilik ve devletçilik gibi ilkeler, direnç gösteren aşiret yapıları ve dinî otoriteler üzerinde baskı kurularak zorla benimsetilmeye çalışılmıştır. Bu yapıların zayıflatılması ya da tamamen ortadan kaldırılması yoluyla, tek tip vatandaş anlayışı hayata geçirilmek istenmiştir.

Bu hedef doğrultusunda birçok Kürt, İstiklâl Mahkemeleri’nce yargılandı ve bazıları idam sehpalarında sallandırıldı. Aynı baskı dalgası, Kürt ailelerinin parçalanmasına ve binlercesinin Türkiye’nin batı illerine sürgün edilmesine yol açtı. Tüm bu yaşananlar, devletin fantastik düzeyde ve çoğu zaman gerçeklikten kopuk bir biçimde yürütülen modernleşme/çağdaşlaşma hamlelerinin bir parçasıydı. 

Birinci neslin hikayesi böyle başladı. “Nefî derdi babaannem” Afyon’daki sürgün yıllarına ait çocukluk hatıralarını sık sık anlatırdı. Onun babası da sürgün edilenlerdendi. Annem ise, kendi dedesinin İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp idam edilmesini anlatırdı. Onun da babaannesi, Diyarbakır’a cenazeyi almaya gittiğinde, anne tarafından dedem henüz 11-12 yaşlarındaymış ve onu da beraberinde götürmüş. Cenazeyi vermemişler elbette. Sadece Dağkapı’da bir yeri işaret etmişler: “Şuralarda bir yere gömüldü,” demişler. Hangisi, taze kazılmış onca mezar içinde, hangisi acaba...

 

İkinci Nesil: Hacı Ahmet

Hacı Talha’nın hikâyesi, aynı zamanda oğlunun ve gelininin hikâyesinin de başlangıcıdır. Biz uzun yıllar Diyarbakır’ın Dağkapı semtinde yaşadık. Oradan yokuş aşağı (Fakülte) Dicle Üniversitesi Araştırma Hastanesi’ne gidersin. Sola dönünce eski Devlet Hastanesi’ne ulaşırsın. Annemle oradan her geçtiğimizde hep aynı şeyi söylerdi:
“Şuralarda bir yerlerde galiba...”

1952’de Umumî Müfettişlikler kaldırıldığında, babam 10 yaşındaymış. Ancak kaldırılmalarıyla birlikte hemen ardından sıkıyönetim gelmiş zaten. 2024’teki vefatına kadar, teşebbüsleri ve gerçekleşenleriyle birlikte tam 10 Kemalist askerî darbeye tanık oldu. Dokuz muydu yoksa? 

Sıkıyönetim kalktı, olağanüstü hâl geldi. 2002 yılına kadar, ömrünün 60 yılını anayasanın fiilen askıya alındığı bir coğrafyada geçirdi. Babam, Kürtçe konuşmanın ve hatta en temel dinî pratiklerin bile yasaklandığı bir dönemde büyüdü. O yıllarda sadece bir dili değil, bir kimliği, bir inancı ve bir hafızayı taşımanın bile suç sayıldığı bir ortamda yaşadı. 

Üçüncü Nesil: Benim Hikâyem

Siirt’te doğdum, Diyarbakır’da gençlik yıllarımı yaşadım. Şimdi Batman’da yaşıyor, Siirt’te çalışıyorum. Üniversite yıllarını saymazsak, bu hat üzerinde 40 yılı aşkın bir süre geçirdim. Ne anlayışında ne de kapsama alanında Umumi Müfettişlikler’den en ufak bir farkı olmayan bir Olağanüstü Hal dönemi yaşadık. Merkezi Diyarbakır’dı. Olağanüstü hâlin olağanüstü olduğunu bilmiyordum. Daha doğrusu, olağanın ne olduğunu hiç bilmediğim için, bu garabeti ancak olağanüstü hâl kalktıktan sonra fark edebildim. Bu yıllar boyunca olağanüstü hukukun her türden hukuksuzluğuna tanık oldum.Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok özet demiştik ne de olsa…

Ömrüm boyunca, yalnızca Kürt ve Müslüman kimliğim nedeniyle, Kemalizm tarafından potansiyel bir tehdit olarak algılandığımı bilerek yaşadım.
Bir şey yaptığım için değil; sadece bu kimliklerle var olduğum için, resmî ideolojiye uyumsuz, ideal vatandaş tipinden sapmış biri olarak görüldüm.
Bu bilinçle, çoğu zaman varlığımın bile sorgulandığı bir ülkede yaşamayı öğrendim. Umursamamayı da… 

Dördüncü Nesle: Kemalizm Ne Vadediyor?

Süreçten rahatsız olan bazı Kemalistler, bugün artık ne diyeceklerini bilemez hâle geldiler. Daha dün, Nişantaşılı bir kadın — Mine Kırıkkanat — Ahmet Türk’e yönelik ifadelerinde aşağılayıcı bir üslup kullanarak şöyle diyordu:
“Aşiret ağalığını üstün yurttaşlığa taşımak isteyen ortaçağ kalıntısı… Sen önce oturduğun Ermeni köylerinin hesabını ver.”

Tarih bilen bir Kemalist’in, kavgada bile sarf etmemesi gereken sözler bunlar. Ama işte mesele, artık sadece ideolojik bir tepki değil; ideolojik bir hezeyana dönüşüyor.

Dedeleri daha "makul" konuşuyordu:
“Lokmanızı mı eksik ettik? Neyiniz eksik? Sizden iki şey istedik: Yiyin, için, zıbarın. İki vazifeniz vardı: Biri tarlayı sürüp mahsul yetiştirmek, diğeri çocuk yetiştirip zamanı gelince askere göndermek.”

Yine de nezaketimi elden bırakmadan, ona kendini ifade etmesi için sormak istiyorum:

Teyze, senin şahsında tüm Kemalistlere içtenlikle soruyorum: Kemalizm bize ne vadediyor? Gerçekten, mesajı ne? 

Azizim, öyle deme… 1920’li yıllarda huzur vardı. (sözünden başka)… 

 

Diğer Yazıları

Yorum Yaz