Yeni Çözüm Süreci Üzerine Notları III. Sessizliğin Sesi

Çözüm sürecine dair en dikkat çekici gözlemim, bu sürecin bir öncekinden (2015) farklı olarak Kürt toplumunun gündelik yaşamında neredeyse hiç yer bulmamış olmasıdır. Süreç, sosyal medyada yer yer görünürlük kazansa da gerek mahrem alanlarda, ev içi konuşmalar, aile ilişkileri, bireysel anlatılar, gerekse kamusal alanlarda (kahvehaneler, sokak sohbetleri, dost meclisleri, taziyeler) çözüm sürecinin hemen hemen hiç gündeme gelmemesi enteresandır.
Bu hadiseye ilk kez 28 Aralık gecesi şahit oldum. Batman’da bir çay ocağında oturuyorduk. Soğuk bir kış gecesiydi; insanlar sessizce köşelerine çekilmişti. Kimileri tavla oynuyor, kimileri dama tahtasının başına eğilmişti; bazıları da kendi aralarında koyu sohbete dalmıştı. Ortam alışıldık ve sakindi ama tam da bu sıradanlık içinde dikkatimi çeken bir ayrıntı vardı. Çay ocağında iki büyük ekran televizyon açıktı, ancak sesleri tamamen kısılmıştı. Ekranda yalnızca görüntüler ve alt yazılar geçiyordu. İçerideki hayatın olağan akışı ve ekranlardaki “olağanüstü” haberler beni hayrete düşürecek kadar çelişkili bir manzara sunuyordu.
Alt yazılarda, İmralı Heyeti’nden Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan’ın Abdullah Öcalan’la görüşme gerçekleştirdiği, biraz sonra resmi açıklama yapacakları bildiriliyordu. Eski arşiv görüntüleri eşliğinde “az sonra” alt yazıları sürekli dönüyor, haber bir sıcaklık kazanıyor gibi oluyordu. Ancak dikkat çeken bir başka haber daha vardı; aynı gece, Diyarbakır’da kamuoyunun yakından takip ettiği Narin cinayeti davasında karar açıklanacaktı. Ekranlar bir Öcalan haberine, bir cinayet davasına gidip geliyor; televizyonlar bir İmralı’ya, bir Diyarbakır’a bağlanıyordu. Alt yazılar peş peşe geçiyor, görüntüler hızla değişiyordu. Ancak içerideki insanlar bu hareketliliğe neredeyse hiç tepki vermiyordu. Ne televizyona dönüp bakan vardı, ne meraklı bir fısıltı, ne de bir yorum.
Narin cinayeti davasında kararın açıklanacağı an geldiğinde, içeridekiler kahveciye televizyonun sesini açmasını söylediler. O ana kadar kendi hâlinde oyun oynayan, sohbet eden herkes ne yapıyorsa bırakıp ekrana kilitlendi. Karar açıklandığında bir anda beddualar yükselmeye başladı. Ceza miktarı çoğu kişinin yüreğini soğutmasa da en azından bu küçük kızın ölümüne sebep olanların cezasız kalmamış olması, yüreklere bir nebze olsun su serpmişti.
Karar dinlendikten kısa bir süre sonra televizyonun sesi yeniden kısıldı. İçeridekiler, bir süre dava hakkında konuştular, tepkilerini dile getirdiler. Sonra hayat, hiçbir şey olmamış gibi, kaldığı yerden devam etti. Tavla zarları yeniden atıldı, taşlar damaya sürüldü, çaylar tazelendi, Oysa o akşam, televizyonda Türkiye’de "terörsüz bir dönem" ihtimalinin konuşulduğu nadir zamanlardan biriydi. Eğer ülkede gerçekten çatışmasızlık umudu varsa, bu umut en çok da terörden en fazla acıyı yaşamış şehirlerden biri olan Batman’ı ilgilendiriyor olmalıydı. Bu kahve köşelerinde, daha önce defalarca doksanlı yıllarla başlayan hikâyeler anlatılmış, köy boşaltmalar, faili meçhuller, operasyonlar, yasaklar, sürgünler uzun uzun konuşulmuştu. Bu hikâyeler neredeyse ezbere bilinir hâle gelmişti. Ancak şimdi, onca yıla son verebileceği söylenen bir barış süreci, bir umut ışığı, o kahvede neredeyse kimsenin umurunda bile değildi. Kürt meselesine kafa yoran her gözlemcinin dikkatini çekecek türden bir durumdu bu. İlk anda, bunun sadece ilk güne özgü bir tepkisizlik olabileceğini düşündüm. Ama hayır, suskunluk sonraki günlerde de devam etti.
Bu sessizliğin sebebi neydi ve ne anlama gelmekteydi?
Bu sorunun cevabının, özellikle 2015'te sona eren çözüm süreciyle doğrudan ilişkili olduğu kanaatindeyim. İlk çözüm süreci gerçekten ilginçti. Nedenini tam olarak açıklayamam ama o dönemin başlangıcı, bende hep II. Meşrutiyet sonrasındaki toplumsal heyecanı çağrıştırdı. Ne olur ne olmaz deyip, bu benzetmeyi kişisel bir hafızadan değil, yoğun tarihsel okumaların yarattığı bir sezgiden yola çıkarak yaptığımı yine de belirteyim. İmamlarla papazların sarmaş dolaş olduğu, herkesin bir kardeşlik heyecanına kapıldığı; anayasal monarşinin özgürlük havası estirdiği, farklı renklerin, dillerin ve fikirlerin özgürce ifade edildiği; basının büyük bir canlılık ve çeşitlilik patlaması yaşadığı o II. Meşrutiyet atmosferi…Bir toplumsal barış, bir sorunların kendiliğinden çözüme kavuşacağı beklentisi…
2015 yılındaki çözüm sürecinde doktora tezim kapsamında bir saha araştırması yürütüyordum. O dönem, bazı anların bende bu tarihsel atmosferle şaşırtıcı biçimde örtüştüğü hissini uyandırdığını fark ettim. Nevruz kutlamalarına katılmak üzere alana yürüyen (bir ablası ve erkek kardeşi dağda) PKK sempatizanı gençle mülakat yapmıştım. Yaşadığı şaşkınlığı şu sözlerle dile getirmişti: “Elimizde yeşil, sarı, kırmızı bayraklarla Nevruz alanına yürüyorduk. Buna rağmen polisler bize gayet kibar davranıyordu. Güleryüzle ‘Hoş geldiniz’ diyerek karşılayıp miting alanına buyur ediyorlardı. İçimden ‘Ulan bu ne, acaba tuzağa mı çekiyorlar bizi?Kesin içeride hepimizi paketleyip götürecekler dedim.’
O dönemde Batı illerinde HDP mitinglerinin rahatlıkla yapıldığına, herhangi bir itiraz ya da engellemeyle karşılaşılmadığına dair haberler yayılıyordu. Hatta kimi çevrelerde, HDP’nin bu bölgelerden hatırı sayılır bir oy alabileceği bile konuşulmaya başlanmıştı. Bu tablo, yıllarca sadece güvenlik ve asayiş sorunları üzerinden konuşulan Kürt siyasal hareketinin, ilk defa Türkiye genelinde meşru bir aktör olarak kabul edilmeye başlandığı bir döneme işaret ediyordu. Diyarbakır’da, Başbakan’ın; Mesut Barzani, Şivan Perwer ve İbrahim Tatlıses’le birlikte katıldığı o büyük mitingde, Abdullah Öcalan’ın mesajı okunuyordu. Çok değil, 10–15 yıl önce, aynı alanda —hemen yan tarafta bulunan Ordu Evi’nde, sade bir miting bile düzenlendiğinde, komutanların oradan kalabalığa nasıl baktığını, havada sürekli dolaşan helikopterleri, her köşeye yerleştirilmiş özel harekât timlerini hatırladım. Şivan Perver’in kasetlerinin ne anlama geldiğini söylemeye gerek bile yok. Şimdi ise aynı meydanda, devletin en üst düzey temsilcilerinin yer aldığı bir sahnede, Öcalan’ın mektubu yüksek sesle okunuyor Şivan ise şarkı söylüyordu.
Bunlar konuşulmayacak şeyler değildi ve bu sebeple herkesin gündeminde neredeyse tek bir konu vardı o da “çözüm süreci”ydi…. Öyle ki bazen bu konuyu konuşmaktan gerçekten yoruluyorduk. Birimiz “Yeter artık, bu meseleyi kapatalım” derdi; ama beş dakika geçmeden, kendimizi daha hararetli bir tartışmanın tam ortasında buluverirdik.
Ancak çok geçmeden, bu iyimser havayı dağıtan başka haberler de gelmeye başladı. YDG-H militanları, şehirlerde “devrimci halk savaşı”nı örgütlemek amacıyla devletin mahalleler üzerindeki denetimini kırmaya yönelik faaliyetler yürütmeye başlamıştı. Başlangıçta küçük gruplar hâlinde görünürlerken, kısa süre içinde KCK yapılanması içinde daha örgütlü bir halde, parti pazubentli gençler, yol ve asayiş kontrolleri yapmaya, araçları durdurup kimlik sormaya, “vergi” toplamaya kadar vardılar. Muş Ovası’nda biçerdöverlerden, patoslardan “vergi” alındığı; Bitlis kırsalında ise PKK kamplarında kurulan “devrim mahkemelerinin”, adeta sulh ceza mahkemesi işlevi görerek halktan kişileri yargılamaya başladığına dair haberler yayılıyordu. PKK’nın sahada en güçlü olduğu dönemlerden biriydi. PKK, hem kırsalda hem de şehirde etkisini giderek artırmıştı. Kıyıda köşede kalan ne kadar marjinal sol örgüt varsa hepsini bir çatı altında toplamaya başlamış, Doğu’dan Batı’ya kadar her yere adeta çökmüş gibiydi.
Tüm bu gelişmeler, çözüm sürecinin ruhuyla bağdaşmayan bir ikili iktidar hâlinin doğmakta olduğuna işaret ediyordu. Bir yanda barış görüşmeleri, diğer yanda fiilî alan kontrolü… Bu çelişki zamanla derinleşti ve kamuoyunda hem devletin hem de örgütün niyetine yönelik kuşkuların artmasına neden oldu. Bölgenin PKK’ya bırakılacağı dedikoduları yayıldıkça olası bir devir teslim töreninde biran önce yer kapmak derdine düşenlerin sayısı bir hayli fazlaydı. Gerçekten de o günlerde, adeta Ömer Seyfettin hikâyelerinden fırlamış tiplerin dolaştığı, II. Meşrutiyet dönemini andıran sahneler yaşanmaya başlamıştı. Ezelden beri PKK saflarında olduklarını iddia eden bazı isimler, yüksek sesle nutuklar atıyor; yıllarca bu uğurda bedel ödemiş, emek vermiş kişileri bir kenara itmeye çalışıyorlardı. Yaz aylarında plajlardan, deniz kenarlarından ellerinde bira şişeleriyle paylaşımlar yapanlar; tatil biter bitmez “Kandil’e canlı kalkan olmaya gidiyoruz” diye sosyal medyada paylaşımlar yapılıyordu. Bu ironi de değil, bir abartı da değil; dönemin milletvekillerinden biri bu tarz bir paylaşımı nedeniyle ifşa olunca siyasal linç yedi de bu furya öyle sona erdi. Bu türden gösterişli tutumların ardı arkası kesilmiyordu. Öyle ki, geçmişte yıllar boyunca PKK’ya karşı açıktan silahlı mücadele yürütmüş bazı aşiretlerin, gövde gösterisi niteliğindeki açıklamalarla HDP’ye katıldığına tanık olunuyordu. Buna karşılık, yıllarca HDP dışındaki partilere tek bir oy dahi çıkmadığını bir övünç vesilesi olarak dile getiren ve bunun bedelini de ödeyen bazı aşiretler ise, bir anda yerlerini kaptırma riskiyle karşı karşıya kaldılar. Bu tür sebeplerle küskünlüklerin sayısı da artıyordu.
Ancak bunların hepsi bir tür belirsizlik halinin yansımalarıydı ve hiç biri gelmekte olandan daha kötü değildi. 6-8 Ekim olayları bu işin zirve noktalarından biri oldu. Eşi benzeri görülmemiş bir vandalizm yaşandı. Yakılıp yıkılan yerler yalnızca okullar, kütüphaneler ya da belediye binaları gibi kamu kurumlarıyla sınırlı kalmadı; evler, dükkânlar, işyerleri, yoldan geçen araçlar bile (Diyarbakır/Bismil, Van/Tendürek karayolu) saldırıya uğradı, ateşle verildi. Parti binaları hedef alındı, siyasi aidiyet taşıdığı düşünülen her unsur bir düşmanlık sembolüne dönüştü. Cizre, Batman ve Dargeçit, Diyarbakır/Sur gibi yerleşimlerde Hüda-Par’a yakın ailelerin evlerine ve parti binalarına saldırılar düzenlendi. Siirt’in bir ilçesinde Ak Partili ailelerin evleri ve işyerleri yakıldı. Herhangi bir siyasi sembolle ilişkilendirilen siviller (Mardin/Kızıltepe), “IŞİD militanı” yaftasıyla sokak ortasında linç edilerek öldürüldü. Kurban eti dağıtan çocuklar, Yasin Börü, Diyarbakır’da hunharca katledildi.
Sonra da hendekler kazılmaya başlanıldığında çözüm süreci de çukur siyasetine gömülecekti. Çözüm sürecinin başlarında dağlarda piknik yapan insanlar, artık Batman’dan Mardin’e, Diyarbakır’dan Siirt’e gitmeye bile hasret kalmışlardı. O dönemde mülakat yaptığım isimlerden biri şunu söylüyordu: “Bütün hayatım boyunca çok çok mutlu olduğum iki gün var; biri çözüm sürecinin başladığı gün, diğeri de çözüm sürecinin bittiği gündür.”
Bu çelişkili ruh hali aslında tek bir kişinin duygusu değildi. Çözüm sürecinde umutla dolup, ardından hayal kırıklığıyla karşı karşıya kalan geniş bir kitlenin ruh hâlini yansıtıyordu. İnsanlar sürecin başlamasına sevindiler çünkü çatışmasızlık umudu vardı; ama bitişine de sevindiler çünkü süreç tam bir vandalizm ve eşi benzeri görülmemiş bir şiddet dalgasını getirmişti. Suriyeliler gibi mülteci olup dünyanın dört bir yanına dağılmak işten bile değildi.
Çözüm sürecinin bitmesiyle birlikte kısa süre içinde rüzgâr tersine dönmeye başladı. Sosyal medya hesaplarının kapatıldığına, yüksek perdeden Meşrutiyet ve özgürlük nutukları atan ateşli milliyetçilerin, alanları hızla terk edip eski saflarına çekildiklerine tanık olundu. Elbette yaşananları yalnızca basit bir oportünizmle açıklamak makul değildir. O dönemde esen milliyetçi rüzgârların coşkusu, kitlelerle kurulan temas, ortak aidiyet duygusuyla kalabalıklara eklemlenme arzusu, bunların her biri ayrı bir tartışmayı gerektirir ve belki başka bir bağlamda ele alınmalıdır. Ne var ki, çözüm sürecinin sonunda PKK'nın hem kırsalda hem de şehirlerde kurmaya çalıştığı alan hâkimiyeti, ağır bir toplumsal ve siyasal tecrübenin ardından büyük ölçüde dağılmış, neredeyse tükenme noktasına gelmişti. PKK’nın gücünün zirvesi hızlı düşüşünün de başlangıcı oldu. Fakat burada bir parantez açmak gerekiyor. PKK’nın etkisini yitirmiş olması DEM’in de etkisini yitirdiği anlamına gelmiyor. İnsanlar yine de DEM’i desteklemye devam etti.
Bir önceki tecrübeden gerçekten ders mi alındı, yoksa paramiliter yapıların sahada artık gösterecek güçleri mi kalmadı, doğrusu bilemiyorum. Aslında konuyu bir başlık açarak dağırtmak istemiyorum. Ama bugün dikkat çeken şey, mümkün olduğunca provokasyonlardan uzak durma yönünde sergilenen açık bir çaba var.
Başa dönecek olursak; bugün bölgede insanların bu süreci sessizlikle karşılaması, aslında umutsuz oldukları anlamına gelmiyor. Bana kalırsa bu sessizlik, daha çok geçmişteki kötü tecrübelerin yeniden yaşanacağı, sevinçlerin yine kursakta kalacağı korkusundan kaynaklanıyor olabilir.
Yoksa insanlar hâlâ umutlu, gidişattan da temkinli bir memnuniyet duyuyorlar. Ama buna rağmen bu meseleyi dillendirmiyorlar. Hatta daha da ötesi, Abdullah Öcalan’ın açıklamalarının ne anlama geldiği, bunun ne tür sonuçlar doğurabileceği ya da süreci hangi yöne evireceği bile bugün bölge insanının gündeminde pek yer bulmuyor.
Geçenlerde 10-12 kişilik bir arkadaş grubunda, bir arkadaşım gülerek şöyle dedi: “Yeminle senden başka bu meseleyi konuşan yok.”Ben de ona şöyle cevap verdim: “Ne yapayım, bizimkisi bir sosyolog refleksi, meslek icabı… Olayı anlamaya çalışıyor, malzeme topluyorum.”