Yeni Orta Doğu ve Büyük İsrail: Bölgenin Yeniden Dizaynı için Batı Projesi

Yeni Orta Doğu ve Büyük İsrail: Bölgenin Yeniden Dizaynı için Batı Projesi

Orta Doğu’da yaşanan dönüşümler, ne yalnızca içsel bir çatışmanın ürünü ne de geçici huzursuzlukların sonucu olmuştur; aksine, uzun vadeli stratejik bir projenin doruk noktasıdır. Bu proje için uygulama araçları özenle hazırlanmış, hedefleri ise "istikrar" ve "demokrasi" kılıfıyla örtülmüştür. Oysa asıl amaç, bölgeyi emperyal bir Batı vizyonuna göre yeniden şekillendirmek; kökeni Britanya’ya dayanan, Amerika tarafından uygulanan ve İsrail üzerinden yürütülen bir projeyi hayata geçirmektir.
Bu bağlamda İsrail bağımsız bir aktör değil, bir uygulayıcı araçtır; daha büyük bir projenin ileri karakolu niteliğindedir. Bu projenin gayesi, halklarını boyunduruk altına alan, devletlerini parçalayarak yeni bir Orta Doğu inşa etmek ve onu Batı’ya tâbi, kendi medenî ve coğrafî derinliğinden koparılmış küresel bir sisteme yeniden entegre etmektir.


Birinci: Projenin Sömürgeci Kökenleri
Projenin kökeni, Osmanlı Devleti’nin çöküşünün ardından, I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkar. Bu dönemde topraklar, doğrudan Fransız-Britanyalı mutabakatıyla, bölgesel güçlerin hiçbir katılımı olmadan hazırlanan “Sykes-Picot” ve “San Remo” gibi sömürgeci anlaşmalar çerçevesinde paylaşıldı.
O dönemde Amerika Birleşik Devletleri küresel bir aktör değildi; daha çok 1823 tarihli “Monroe Doktrini”ne bağlı kalmış, yani içe kapanma politikası izleyerek Avrupa’nın Amerika kıtasına müdahalesini reddetmişti. Ancak bu durum, II. Dünya Savaşı’ndan sonra köklü biçimde değişti. Şubat 1947’de Britanya, ekonomik yetersizlik nedeniyle emperyal genişlemeyi sürdüremeyeceğini bildirerek Amerikan yönetimine acil bir mektup gönderdi. Bu mektupta, Yunanistan, Türkiye ve Orta Doğu gibi hayati bölgelerde oluşan boşluğun vakit kaybetmeden Washington tarafından doldurulması talep edildi.
İşte o andan itibaren Amerika Birleşik Devletleri, küresel bir güç olarak genişlemeye başladı. Fakat bunu, Britanya’nın dışında değil bilakis onun sömürgeci projesinin belirlediği sınırlar içinde gerçekleştirmişti. Britanya sahneden geri çekilmiş görünse de Batı’nın karar alma mekanizmaları üzerinde derin etkisini korudu. Böylece Washington siyasi ve askerî olarak öne çıkarken, Londra büyük stratejilerin çerçevesini çizmeye devam etti.


İkinci: Bernard Lewis ve Yeni Orta Doğu’nun Fikir Babası
Britanya/ABD’li düşünür ve tarihçi Bernard Lewis, “Yeni Orta Doğu Projesi”nin stratejik aklı olarak kabul edilir. Lewis, Osmanlı hilafetine ait arşivleri ayrıntılı biçimde incelemiş ve Orta Doğu’nun, ortak bir kimlikten yoksun, etnik ve mezhepsel temelde parçalanmış, kendi iç çatışmalarıyla tükenen yapılara dönüştürülmesi gerektiği sonucuna varmıştır. Böylelikle Batı’nın bölge üzerindeki hâkimiyetini pekiştirmesi kolaylaşacaktı.
Bu tasavvurda, devletlerin inşa haritaları değil, çöküş haritaları çizilmiştir. Belgeler ve raporlara göre Lewis’in projesi yalnızca teorik bir öneri olarak kalmamış, Batı’daki karar merkezleri tarafından bir siyasi doktrin olarak benimsenmiştir. Özellikle 2003 Irak işgalinden sonra bu doktrin uygulamaya konmuş; demokrasi sloganlarıyla süslenen işgal, aslında merkezi devletin parçalanmasına yönelik pratik bir model işlevi görmüştür.


Üçüncü: Büyük İsrail… Projenin Zirvesi Değil, Üssü
İsrail çoğu zaman bağımsız bir aktör olarak sunulsa da, projenin jeopolitik boyutundan bakıldığında onun aslında bölgenin yeniden şekillendirilmesinde merkezi bir araç olduğu, fakat projenin nihai hedefi olmadığı görülür.
“Yahudi Devleti”nin kurulması, sadece Balfour Deklarasyonu’nun bir karşılığı değil; aynı zamanda, bölgedeki güç merkezini Arap nüfus bloklarından, Batı tarafından korunan ve Batı’nın medeniyet projesine işlevsel olarak entegre edilmiş yapay bir oluşuma kaydırmayı amaçlayan sömürgeci bir vizyonun somutlaşmasıdır.
İsrail’in tüm stratejik hamleleri – ister yerleşim genişletmeleri ister askerî müdahaleler olsun – daha geniş bir Batı ajandası çerçevesinde gerçekleşmektedir. Bu ajanda, uzun vadeli hâkimiyetin gerekliliklerine uygun olarak coğrafyanın ve demografinin yeniden düzenlenmesini öngörmekte; yani hareketler yalnızca İsrail’in dar çıkarlarına dayanmamaktadır.


Dördüncü: Aksâ Tufanı… Düzeni Sarsan ve Planı Hızlandıran Gelişme
Ekim 2023’te gerçekleşen “Aksâ Tufanı” operasyonu, Orta Doğu’daki Batı projesinin yapısında eşi görülmemiş stratejik bir şok etkisi yarattı. Bu operasyon ve ardından yükselen Filistin halk direnişi, “Yeni Orta Doğu” vizyonu için varoluşsal bir tehdit oluşturdu; zira güç dengelerini sahaya geri taşıdı ve Siyonist projenin kendi iç çelişkilerini patlattı.
Bunun sonucunda İsrail, doğrudan ABD–Britanya desteğiyle, büyük planın demografik boşaltma aşamasını hızlandırmaya yöneldi. Gazze ve Batı Şeria’da zorunlu göçü genişletmeye, ardı ardına bölgesel krizler üretmeye girişti. Amaç, direnişin ya da uluslararası kamuoyunun masayı tersine çevirmesine fırsat tanımadan, yeni bir fiilî durum dayatmaktı.


Beşinci: Egemenlik Değil Vekâlet… Vesayet Altındaki Bölge Ülkeleri
Siyasi gerçekler göstermektedir ki, Orta Doğu’daki çoğu rejim fiilî bağımsızlığa sahip değildir; aksine, daha büyük bir Batı/Siyonist projesinin yerel ajanları olarak işlev görmektedir.
Büyük çaplı her siyasi dönüşüm – ister 2003’teki Amerikan’ın Irak işgali, isterse İbrahim Anlaşmaları olsun – dışarıdan gözetim ve yönlendirme altında gerçekleşmiş, halkların taleplerinden ziyade Batı’nın çıkarlarına uygun biçimde şekillenmiştir.
Egemenlik yalnızca biçimsel bir görünüm kazanmış; savaş ya da barış, istikrar ya da kaos konusundaki esas kararlar, bölgesel başkentlerde değil, büyük karar merkezlerinde alınmaktadır. Bu hakikat bizi “ilan edilmemiş vesayet” kavramına geri götürür: Devletlere sınırlı bir yürütme rolü verilmekte, ancak inisiyatif araçlarından yoksun bırakılmaktadır.


Altıncı: Projenin Başarısızlığı = Batı İçin Medeniyet Çöküşü
“Yeni Orta Doğu”nun Batı açısından önemi yalnızca ekonomik ya da jeopolitik değildir; bu mesele, bir medeniyetin varlık-yokluk meselesidir. Projenin başarısı, Batı’nın küresel düzeyde hâkim kutup olarak devam etmesi anlamına gelirken, başarısızlığı şu sonuçlara yol açacaktır:
• İran, Türkiye ve muhtemel Arap direniş yapıları gibi yeni bölgesel güçlerin yükselişi,
• Batı sisteminin ekonomik ve ahlaki kırılganlığının açığa çıkması,
• Liberal demokratik modelin evrensel olarak ihraç edilebilir bir örnek olma iddiasının çöküşü,
• Uluslararası arenada İslami ve Doğulu medeniyet alternatiflerinin güç kazanması.


Yedinci: Medeniyetler Çatışması… Varsayımdan Gerçeğe
• Amerikalı düşünür Samuel Huntington, ünlü eseri “Medeniyetler Çatışması” nda, gelecekteki küresel karşılaşmanın Batı medeniyeti ile onun rakipleri – başta İslam medeniyeti – arasında olacağını öngörmüştü.
• Huntington’a göre, Batı’nın barış ve demokrasi söylemi, hâkimiyetini meşrulaştırmak için yeterli değildir; bu nedenle, eğer söz konusu medeniyetler kendi öz-bilinçlerini ve iç dinamiklerini yeniden kazanırlarsa, çatışma kaçınılmaz olacaktır.
• Thomas Friedman, Henry Kissinger ve Robert Kaplan gibi diğer Batılı düşünürler de açıkça, Orta Doğu’nun parçalanmasının ve ortak kimliğinin zayıflatılmasının, Batı hegemonyasının sürdürülmesi için temel bir şart olduğunu dile getirmişlerdir.


Sonuç: Proje ile Kader Arasında
“Yeni Orta Doğu” yalnızca iktidarın yeniden dağıtılmasına yönelik bir proje değildir; bölgedeki bilinç, kimlik ve egemenliğin sistematik biçimde yeniden tasarlanması girişimidir. İsrail, sıradan bir devlet değil; Arap ya da İslam bağımsızlığının geriye kalan bütün unsurlarını hedef alan jeopolitik yapının temel taşıdır.
Ne var ki bu proje, tüm gücüne rağmen, kaçınılmaz bir kader değildir. Direniş yoluyla ya da kendi iç çelişkilerinin açığa çıkmasıyla başarısızlığa uğraması, küresel sistemin bütün yapısı üzerinde ciddi sonuçlar doğuracaktır.
Burada temel soru ortaya çıkmaktadır:
Bölge halkları, kiralanmış siyasi ajansların rehinesi olarak mı kalacak; yoksa güç dengelerini yeniden çizecek bir medeniyet dönüşümünün eşiğinde mi durmaktadır?

Diğer Yazıları

Yorum Yaz