Dürzîler: Tarihin Sessiz Tanıkları

Dürzîler: Tarihin Sessiz Tanıkları

Kimdir bu dağlı kavim? Tarih sayfalarında adları kimi zaman isyanla, kimi zaman teslimiyetle, kimi zaman ise ince bir sadakatle anılan bu topluluk kimdir? Nerede yaşarlar, neye inanırlar, kiminle savaşır, kiminle barışırlar? İslam’ın kalbinde bir halk olarak kabul mü edilirler, yoksa kıyısında mı bırakılmışlardır? İşte bu yazı, cevabı kolay olmayan bu sorulara ışık tutmayı amaçlamaktadır.

Dürzîlik, İslam düşünce tarihinin derin dehlizlerinde, XI. yüzyılda Fatımî İsmailîliği’nin içinden filizlenmiş, VI. Fatımî halifesi el-Hâkim bi-Emrillah’a ulûhiyet izafe eden bâtınî bir fırka olarak zuhur etmiştir. Mezhebin öğretileri, miladi 1017 yılında açıkça ilan edilmiş; bu tarihten günümüze kadar kesintisiz bir çizgide varlığını sürdürmüştür. Ne gariptir ki, bir yandan sırra bürünmüş bir inanç olarak kalırken, diğer yandan Orta Doğu’nun siyasi satranç tahtasında kilit taşlardan biri olagelmiştir. Zira bu kadim topluluk, Doğu’nun egemenlik hayalleri kuran bütün büyük güçlerinin dikkatini çekmiş; ittifak, nüfuz ve müdahale planlarının merkezinde yer almıştır.

Dürzîleri yakından tanıma imkânım Lübnan ve Suriye’de oldu. Lübnan Dürzîlerinin önde gelen lideri Velid Canbolat ile yollarımız kesişti. Onunla, daima hayranlık duyduğum dedesi Emir Şekip Arslan üzerine sohbetler ettik. Şekip Arslan, sadece Dürzîlerin değil, İslam dünyasının da yüz akı entelektüellerindendir. Osmanlı’nın son demlerinde Meclis-i Mebusan’da mebusluk yapmış; Mustafa Kemal Atatürk, Enver Paşa ve Cemal Paşa ile yakın dostluklar kurmuş; Trablusgarp Savaşı’nda cephede, İstiklal Harbi’nde ise Türkiye’nin yanında saf tutmuş bir dava adamıdır.

Dürzîlerin tarih sahnesindeki varlığı yalnızca düşünceyle sınırlı değildir; dağların rüzgârında, taşların suskunluğunda bir direnişin izlerini taşırlar. Osmanlı sonrası dönemde, Fransız işgaline karşı 1925 yılında Suriye’de büyük bir isyan başlatan Sultan Paşa el-Atraş, bu direniş geleneğinin canlı timsallerinden biridir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, o yıllarda Fransızlara karşı direniş gösteren bu Dürzî lidere el altından silah desteği sunmuştur. El-Atraş, Fransızlar tarafından 1927’de idama mahkûm edilince Ürdün’e kaçmış, ancak 1937’de ülkesine dönebilmiştir. 1982’deki vefatına dek Suriye siyasetinde etkin bir figür olmayı sürdürmüştür.

Dürzîler yalnızca siyasal değil, aynı zamanda entelektüel ve sanatsal alanda da Arap dünyasının belleğinde özel bir yere sahiptir. El-Cezire’nin tanınmış sunucuları Faysal Kasım ve Cumana Nemur gibi birçok medya mensubu, bu inançtan gelen kimliklerini iftiharla taşırlar. Arap müziğinin zarif ve efsanevi seslerinden Asmahan ve onun kardeşi Ferid el-Atraş, yalnızca notaların değil, Dürzî ruhunun da yankılandığı iki abidevi isimdir. Günümüzde ise Lubana el-Kuntar gibi sanatçılar bu mirası sürdürmekte, İstanbul’u sık sık ziyaret ederek Türkiye’ye olan hayranlığını her fırsatta dile getirmektedir.

Bugün dünya genelinde yaklaşık iki milyon Dürzî yaşamaktadır. Bu nüfusun yaklaşık 700 bini Suriye’dedir. Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün topraklarına dağılmış olan bu topluluğun en yoğun yaşadığı merkezlerden biri Suriye’nin güneyindeki Süveyda’dır. Coğrafyanın haritasına dikkatle bakıldığında, Lübnan, Suriye ve İsrail sınırının kesiştiği noktada Cebel el-Dürzî yani “Dürzî Dağı” belirir. Aynı bölge, Cebel Horan ya da resmî adıyla Cebel’ul Arab (Arap Dağı) olarak da bilinir. Bu yüksek volkanik bölge, Suveyda vilayetinin kalbinde yer alır ve 18. yüzyıldan itibaren Dürzîlerin hâkimiyet sahası olarak öne çıkar.

Süveyda’da Dürzî çoğunlukla birlikte küçük Müslüman ve Hıristiyan topluluklar da yaşar. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız işgal idaresi tarafından “böl ve yönet” siyasetiyle kurulan Cebel-i Dürzî Devleti, 1921-1936 yılları arasında özerk bir yapı olarak Suriye ve Lübnan Mandası’na bağlanmıştır. Bu devletçik, tarihî hafızada bir parantez gibi yer alsa da, Dürzî siyasal varlığının sembolü olarak önemlidir. Eskiden “Cebel’ül Dürzî” adı, bugünkü Lübnan Dağı’nın bazı bölgeleri için de kullanılmıştır.

Bugün Suriye’nin güney ucunda, Deraa kentinin kuzeyinde yer alan Süveyda, 2011 yılı sayımlarına göre 770 bin nüfusu ile ülkenin 14 vilayetinden biridir ve Dürzîlerin çoğunlukta olduğu yegâne bölgedir. Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Golan Tepeleri’ne yayılmış olan Dürzî topluluğunun en köklü yerleşimi buradadır. Suriyeli Dürzîlerin büyük çoğunluğu hâlen Şam’ın güneyinde bu kadim vilayette yaşamaktadır.

Dürzî topluluğu içinde ruhani otorite, “Şeyh el-Akıl” olarak adlandırılan dini liderler tarafından temsil edilir. Günümüzde Suriye’de üç ayrı dini önder vardır: Şeyh Hikmet el-Hicrî, Şeyh Hamud el-Hanavî ve Şeyh Yusuf Cerbû. Şeyh el-Hicrî’nin İsrail destekli bir çizgide yer aldığı görülürken, Şeyh Yusuf Cerbû Suriye devletinin yanında saf tutmuş, İsrail’e karşı direniş göstermiştir. Lübnan’daki Dürzî cemaatinin lideri Şeyh el-Akıl Hamud el-Hanavî ise, “Suriye devleti koruyucu şemsiyemizdir. Silah, devletin elinde olmalıdır” diyerek meşru otoritenin altını çizmiştir.

İsrail sınırları içinde yaşayan yaklaşık 150 bin Dürzî’nin büyük kısmı İsrail toplumuna entegre olmuş, ordu hizmeti dâhil devlet kurumlarında görev almıştır. Golan Tepeleri’nde yaşayan 23 bin Dürzî ise İsrail vatandaşlığını reddetmiş, sadakatlerini hâlen Suriye devletine sunmuşlardır. Ancak İsrail içinde dahi Filistin direnişine destek veren Dürzî gruplar mevcuttur. Bu isimlerin başında, Arap edebiyatının direniş şairi olarak anılan Semih el-Kâsım gelir. 2014 yılında hayata veda eden el-Kâsım, kalemiyle Siyonizm’e karşı dimdik durmuş, Dürzî halkının çoğul kimliğini ve adalet arzusunu haykırmıştır.

Tam da bu nedenle, Dürzî topluluğunu tek bir siyasi kalıba, yekpare bir blok gibi tanımlamak, hem tarihî gerçekliğe hem de adalet duygusuna aykırıdır. Her inanç ve etnik toplulukta olduğu gibi, Dürzîler arasında da farklı yönelimler, çeşitli bağlılıklar ve zıt fikirler vardır. Ancak onları toptancı bir yaklaşımla Siyonizm’le özdeşleştirmek, en başta direnişin simgesi olan Semih el-Kâsım’a ve onun gibi düşünen binlerce Dürzî’ye yapılmış bir haksızlıktır.

Dürzî Adının Menşei

Tarihin sisleri arasından yükselen her inanç, bir isimle çağrılır. O isim, kimi zaman bir hakikatin cilasıdır, kimi zaman ise bir yanlış anlamanın ağır yükü… Dürzîlik de bu mukadderattan nasibini almış bir mekteptir. Mezhebin teorik çatısını kuran ve teşkilatını şekillendiren ilk önderin kimliği, tarihçilerin kaleminde farklı adlarla anılmıştır. Kimilerine göre bu bâtınî öğretinin ilk bayraktarı Hamza bin Ali’dir; kimileriyse Muhammed b. İsmail (Neştekin) ed-Derezî yahut Hasan b. Haydara el-Ferğânî’nin adını zikreder. Ancak zamanla, mezhebin isminin Muhammed b. İsmail ed-Derezî (Dürzî) isimli daiye nispetle "Düruz (Dürzîler)" olarak tanınmıştır. Bu ad böylece, hem coğrafyanın hem de zihniyetlerin belleğine kazınmıştır.

Dürzî kelimesi, lügat sahasında farklı yazılışlarla ve çeşitli anlamlarla karşımıza çıkar. Arap dilinde “ed-Derzü” kelimesi, bir elbisenin dikiş yerlerini yahut o dikişlerin oluşturduğu yüzeydeki pürüzleri ifade eder. Bu anlamıyla hem bir izdir, hem de örtünün ardındaki gizli bağın işaretidir. Çoğulu “Dürûz” şeklindedir. Bu sözcüğün menşei Farsçadır; ancak zamanla Arapçanın yapısına uyarlanmış, halk dilinde yeni anlam katmanları kazanmıştır.

Bazı kaynaklarda, “Benâtü’d-Dürûz” tabiri, bit ve bit yumurtalarını tanımlamak için kullanılmıştır. Bu kullanım, kelimenin zaman içinde halk arasında geçirdiği mecazî dönüşümlerin bir yansımasıdır. Aynı kelime, dünya nimetleri ve lezzetlerini ifade etmek için de kullanılmış; bu bağlamda “Dünya”ya “Ümmü Derz” (Derz’in anası) denmiştir. Dünya zevklerine erişildiğinde ise “Derize’r-Racul” yahut “Zerize” gibi deyimler dile gelmiştir — ister dal (د) ister zel (ذ) harfiyle söylensin, anlamda yine o geçici nimetlerin çağrışımı saklıdır.

İbnü’l-Arabî’ye nispet edilen bir rivayette ise kelime daha derin ve çetin bir mana katmanına ulaşır. Ona göre Araplar, annesi-babası belli olmayan, nesebi meçhul çocuklara “İbn Derze” adını verirler. Bu ifade, özellikle zina eden bir cariyeden doğan ve soyu bilinmeyen çocuklar için kullanılır. Daha geniş halk tasnifinde, sokağın savrulmuş insanlarına, ayak takımına ve cemiyetin dışına itilmiş gariplere “Evlâdü Derzat” denilir. Aynı ifade, fakirlik ve sahipsizlikle özdeşleşen figürler için de geçerlidir. Bu kullanımlar, kelimenin zamanla kazandığı toplumsal arka planı ve kültürel tortuyu açıkça yansıtır.

Osmanlı coğrafyasında ise Dürzîler, halk arasında zaman zaman “Terezîler” olarak anılmıştır. Bu adlandırma da muhtemelen telaffuz farklılıklarının, yerel ağızların ve kültürel belleğin oluşturduğu ses varyantlarından biridir. Ancak bilhassa Anadolu ağızlarında, bu kelime vakur çağrışımlarından koparılmış, incitici ve aşağılayıcı bir dille yeniden yoğrulmuştur. “Dürzü” kelimesi, zamanla karakter bozukluğu, güvenilmezlik ve ahlaki zaaf gibi anlamlarla yüklenmiş; hatta bazı halk anlatılarında “karısını pazarlayan” yahut “yakınlarını satan kişi” gibi ağır ithamlarla eşleştirilmiştir.

Oysa bir halkın adı, yalnızca fonetik bir birliktelik değildir. O ad, bir tarihin, bir hayat tarzının ve bir kimliğin taşıyıcısıdır. Dürzî ismi de işte böyle bir kaderi sırtlamış, inanç ile önyargı arasında asırlarca salınıp durmuş bir kelimedir. Gerçeğin sesiyle konuşmak isteyen her vicdan sahibi için bu ismi telaffuz etmek, bir halkı anlamanın eşiğinden geçmek demektir.

Dürzîler, Ehl-i Sünnet ve Osmanlı’nın Bakışı

Dürzîlik, İslam’ın iç içe geçmiş mezhepler atlasında, 11. yüzyılda Ehlibeyt inancının bâtınî bir kolu olan Şiî-İsmailî-Fatımî mezhebi içerisinden doğmuştur. Bu mezhep, köken itibarıyla Şiî Seb‘iyye’ye, yani yedi imamı esas alan Şiîliğin kadim damarına dayanır. Seb‘iyye’nin Müslüman kabul edildiği düşünülürse, Dürzîliğin İslam dışı görülmesi, üzerinde dikkatle durulması gereken bir meseledir.

Her bâtınî mezhep gibi Dürzîlik de zaman zaman kuşkuyla bakılan, kolayca ötekileştirilen bir inanç olmuştur. Lakin Dürzîler kendilerini Müslüman sayar, İslamî ibadetleri yerine getirir, Kur’an okur, hatta ölülerine telkin verirken şöyle seslenirler: “Sana Münker ve Nekir geldiğinde, dinin nedir, peygamberin kimdir, kitabın nedir, kıblen neresidir, kardeşlerin kimdir diye sorarlarsa, şöyle de: Dinim İslam’dır, peygamberim Muhammed’dir, kitabım Kur’an’dır, kıblem Kâbe’dir, kardeşlerim Müslümanlardır.”

Bu insanlar sadece selâm vermekle kalmazlar, selâmın anlamını da yaşarlar. Kur’an’ı hıfzeder, oruç tutar, namaz kılar, sadaka verirler. Hal böyleyken, onları İslam dairesi dışında görmek, ne salih selefin vicdanına ne de Peygamber’in “Kalbini mi yardın?” hadisine sığar. Zira İslam şeriatında köklü bir ilke vardır: “Biz zahire göre hükmederiz, iç yüzü Allah’a aittir.” Ve Yüce Kur’an-ı Kerim’de şöyle uyarır: “Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek “Sen mümin değilsin” demeyin.” (Nisâ /94)

Dürzîlerin bâtınî öğretilerinin Ehl-i Sünnet akidesiyle çeliştiği doğrudur. Fakat bu durum, onları mutlak bir tekfir sebebi olarak değerlendirmek için yeterli midir? İslam tarihinde birçok büyük sûfî, Vahdet-i Vücud inancına sahipti. Peki bu inanç, sünnet çizgisiyle bütünüyle örtüşüyor muydu? Hayır. Ama ne halk onları dışladı, ne de ulema onları İslam dışı ilan etti. Dürzîlikte yer yer sembolik temsiller ve bâtınî teviller olsa da, bu eğilimler İslam tarihinde başka mezheplerde ve şahsiyetlerde de görülmüştür. Mısırlı düşünür Ali Abdurrazık’ın “el-İslâm ve Usûlü’l-Hukm” adlı eseri, Kur’an ayetlerini alışılmışın dışında yorumladığı hâlde, bu eser sebebiyle dinden çıkarılmadı; aksine İslam’ın düşünce zenginliğinin bir örneği olarak değerlendirildi.

Mezhep çatışmalarının daha sert yaşandığı dönemlerde dahi, Osmanlı Devleti Dürzîleri İslam’ın dışında görmemiştir. II. Abdülhamid döneminde, İstanbul’a gelen Dürzî şeyhlerine Yıldız Camii’nde Cuma namazını padişahın ardında kılmaları fermanla emredilmişti. Bu yalnızca bir tören değil, Osmanlı’nın Dürzîleri Müslüman kabul ettiğinin açık bir göstergesidir. Mezhebi farklılıklar, birlik içinde yaşamanın önüne engel olarak konmamış, bilakis Osmanlı geleneği içinde hoşgörünün bir parçası olarak görülmüştür.

Bu yaklaşım, sadece siyasî bir zaruret değil, aynı zamanda medeniyet ahlâkının bir tezahürüdür. Nitekim Dürzî kökenli büyük Müslüman düşünür Emir Şekip Arslan da bu anlayışın sözcüsü olmuştur. O, Dürzîlerin ne bir hilafet iddiası taşıdığını, ne de iktidar hırsıyla hareket ettiklerini belirtmiş, aksine Müslümanlarla omuz omuza mücadele ettiklerini, hatta Fransızların cazip barış tekliflerini bile reddederek İslam birliğinin yanında yer aldıklarını vurgulamıştır. Şekip Arslan, onların bu tavrını, “İslam’a, insanlığa ve Araplığa bağlılıklarının bir göstergesi” olarak yorumlamıştır.

1930 yılında kaleme aldığı bir yazısında, Arslan şu veciz uyarıyı yapar: “Bazı Fransızcı, Batıcı, kalemini milletine ihanet için kullanan gazeteciler, Dürzîler aleyhine yalan haberler yaymakta, Müslümanlarla Dürzîler arasında ayrılık ve düşmanlık tohumları ekmektedir. Bu çabalar yalnızca Fransa’nın işine yarar. Bir Fransız kadınının Dürzîleri hedef alan iftiraları, Müslümanları hedef alan bir hakaret sayılmalıdır.”

Bugün, geçmişin mirasını omuzlarında taşıyan bizler için bu sözler hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Mezhep farklılıklarının, düşmanlığa değil merhametli bir tanıma çabasına dönüşmesi gereken bu çağda, Dürzîler, kadim İslam coğrafyasının hem bir parçası hem de bir imtihanıdır. Onları anlamak, sadece bir mezhebi değil; İslam’ın rahmet yüklü evrenselliğini de anlamaktır.

Dürzîlerin Arap Asılları Üzerine

Batılı kalemlerin, Doğu hakkında hüküm verirken sergilediği yüzeysel bakış açılarından biri de, Dürzîlerin kökenine dair ileri sürdükleri iddialardır. Onlara göre Dürzîler, tıpkı Suriyeliler gibi, karışık ırkların bir bileşimidir. Oysa bu, Avrupalı müsteşriklerin doğuya dair ürettikleri nice peşin hüküm ve yanlış kanaatten yalnızca biridir. Gerçek, bambaşka bir yerde durur: Dürzîler, Arabistan yarımadası dışında yaşayan en asil Arap topluluklarından biridir.

Bu kanaatin delilleri yalnızca sözde değil, hem simada, hem lisanda, hem de tarihin sessizce aktardığı belgelerde mevcuttur.

1. Simada Tezahür Eden Akrabalık:
Dürzîlerin fiziki görünüşleri, saf Arap tipolojisinin en berrak yansımalarındandır. Aynı kabileden gelmişçesine birbirlerine benzerler. Öyle ki, Arapların arasında şöyle bir söz dolaşır: “Bir Dürzî gördün mü, hepsini görmüş gibi olursun.” Bu benzerlik, sadece dış görünüşle sınırlı değildir; bir soyun, bir ruhi şekillenişin, asırlık bir devamlılığın ifadesidir.

2. Lisanın Saflığında Saklı Asalet:
Arapçayı konuşuş biçimleri öylesine düzgün, öylesine ölçülüdür ki, Arabistan dışında böylesi fasih bir telaffuza nadiren rastlanır. Dürzî kadınları bile, yerli yersiz kelime kullanmadan, sözlüklerin dahi kıskanacağı bir berraklıkla konuşur. Dillerindeki bu temizlik, yalnızca bir eğitim meselesi değil, aynı zamanda kökenin, geleneğin ve hafızanın da bir işaretidir.

3. Tarihin ve Rivayetin Tanıklığı:
Dürzîlerin tarihî kaynakları da, sözlü gelenekleri de onları Arabistan menşeli on iki kabileye dayandırır. Bu kabilelerin, Abbâsîler döneminin başlarında Halep’ten yola çıkarak Lübnan’a göç ettikleri, Ma’arratü’n-Nu‘man çevresine yerleştikleri anlatılır. Hem yazılı tarih, hem halk belleği, bu kökeni teyit eder.

4. Mezhepler Arasında Akan Akrabalık:
Dürzîler ilk dönemlerinde Seb‘iyye Şiîliği (yedi imamcılar) mensubuydular. Fatımî davetini kabul edenlerden bazıları İsmailî oldu, bazıları Dürzî. Aynı ailenin bir kolu Şiî, diğer kolu Dürzî kaldı. Bu akrabalık hâlâ hafızalarda diri bir şekilde yaşar. Ebu Alvan, Abdu’s-Samed, Mısrî, Kantârî gibi aileler bunun canlı örnekleridir. Aynı şekilde, bazı Sünnî ailelerle de güçlü soy bağları vardır: Ebu Şakra ve A‘ver gibi.

5. Kabilelerle Sarsılmaz Bağlar:
Dürzîlerin aşiret yapıları da Arap kabilelerine sıkı sıkıya bağlıdır. Kimileri Lahm, kimileri Tayy, kimileri Temîm, kimileri de Kelp soyuna dayandırılır. Bu bağlar, yalnızca rivayet değil; günümüzde hâlâ Irak Arapları arasında yaşayan Azzam, Kayka, Rukeyn ve Hamis ailelerinde olduğu gibi somut ilişkilerle devam eder.

Doğrudur; aralarında Kürt veya Türk asıllı bazı aileler mevcuttur. Lakin bu sayı hem azdır, hem de genel tabloyu değiştirecek ölçüde değildir. Topluluğun büyük çoğunluğu, köken itibarıyla Arap’tır ve bu nedenle Dürzîler öz be öz Arap olarak kabul edilir.

Dürzîleri Anlamak, Doğu’yu Anlamaktır

Hasıl-ı kelâm, Dürzîler, tarihin unutulmuş kıyılarında kalmış bir azınlık değil; Doğu’nun kaderine yön veren, sabırla örülmüş bir hafızanın taşıyıcılarıdır. Ne tamamen bir mezhep, ne de başlı başına bir millettirler; onlar, tarih boyunca sıkışmış ve buna rağmen kendi kimliğini muhafaza etmiş bir dağ halkıdır. İslam coğrafyasının içine düştüğü iç kavgalar ve dış müdahaleler arasında, Dürzîler kimi zaman hedef, kimi zaman müttefik olmuşlardır.

Onları anlamak, yalnızca bir mezhebi değil; bölgenin kültürel, politik ve dini çeşitliliğini anlamaktır. Dürzîleri tek bir kalıba sokmak, ya da onları toptan ötekileştirmek, bu derin medeniyetin çok sesliliğini inkâr etmek olur. Emir Şekip Arslan’ın da dediği gibi, “Dürzîler canlarını Müslümanların toprağını savunmak uğruna feda etmişlerdir.”

Bugün, çatışmaların gölgesinde kalan Süveyda’nın dağlarından yükselen sessiz bir çağrı var: Kimliklerin değil, hakikatin diliyle konuşulmalı. Dürzîler bu çağrının en sessiz ama en köklü hatırlatıcısıdır…

Diğer Yazıları

Yorum Yaz