Muhalif Aydın Olmanın Dayanılmaz Cazibesi Mi?
Onlarla sanırım ilk kez 28 Şubat sürecinde tanışmıştık. 28 Şubat’ın ağır faşist koşullarında Müslüman ve muhafazakârlara yöneltilen baskı ve suçlamalara karşı çıkıyor, onların haklarını savunuyor, hatta korkusuzca onların gazetelerinde yazıp çiziyorlardı. (Elbette kimse onların para ile bu gazetelerde yazdıklarını açık açık iddia etmiyor, dahası kamusallaştırmıyordu.) Aralarında muhafazakâr gazetelere abone olarak bu gazetelerde yazılanları destekleyenler bile vardı. Genelde liberal eğilimliydiler, aralarında solcu da vardı ama onlar bile libleft (liberal solcu) denebilecek türdendi. Postmodern darbenin koruyup kolladığı rejim tarafından toplumun geniş kesimlerine yöneltilen baskılara karşı önemli bir işlev ifa ettikleri belliydi o dönemde. Kendi deyişleriyle sahip oldukları aydın meziyetleri dolayısıyla ezilen ya da baskı gören muhafazakarlara söylemsel destek veren, baskıcı rejimin muhafızlarıyla en azından kalem düzeyinde cedelleşen farklı görüşlerden bu liberal ve sol liberal öbek yine de batılı anlayışlardan çokça etkilenmişti. Ağır baskılar altında bunalan bazı zihinler onların yazıp çizdiklerinde birçok mücevher ya da cicili bicili boncuk buluyor, rahatlıyordu gördüğü baskılara rağmen. Haklı olmanın kıvancını ancak böyle hissedebiliyordu muhtemelen. Farklı görüşten birileri bu çevrelerin haklı olduğunu teslim ediyordu en azından.
Sonra AK Parti geldi iktidara, 28 Şubat baskısına direnen çevrelerin sözcüsü olarak hareket eden parti bu baskıları hafifletti önce, sonra da Müslüman ve muhafazakarların haklarını serbestçe kullanabilecekleri şekilde, vesayetçi rejimin kurumlarını bazen geriletti bazen onların çürük tarafını göstererek tamamen etkisizleştirdi hem teorik hem de pratik olarak. Uzun bir süreçti bu elbette. Belki de bitimsiz bir süreç. Asla bitmemesi gerekli bir süreç.
AK Partili yılların başlangıcında Müslüman ve muhafazakarların haklarını aldıkları tam söylenemese de (sözgelimi başörtüsü yasağının kaldırılması için “kamusal mutabakat”ın sağlanması gerekiyordu, bu mutabakat elbette sağlandı) eğilim bu yöndeydi. Söylenmesi gerekli olan şey belliydi: AK Parti ile, yani kendi kurdukları ya da destekledikleri parti ile Müslüman ve muhafazakârlar (deyim yerinde kendi mücadeleleriyle) haklarını alma yoluna girmişlerdi. Bu bağlamda ne ihtiyaç duyulabilecek insanlardı bahsettiğimiz öbekteki aydınlar ne de aslında onların destek vermesini onlardan isteyen olmuştu. Her şey kendiliğinden gelişmişti en başından beri. Buna rağmen bu destekçilerin bir kısmını milletvekili ve hatta bakan bile yapmıştı AK Parti. Aralarından “âkil adamlar”a seçilenler de olmuştu tabii.
2010’lardan, yani bir yandan AK Parti iktidarını konsolide ederken öte yandan FETÖ tehlikesi yüzünü yavaş yavaş gösterirken bahsettiğimiz liberal öbekten de eleştirel salvolar gelmeye başlamıştı AK Parti’ye ve bu partiyi destekleyenlere. AK Parti iktidarını diktatörlükle, otoriterlikle suçlayanlar arasına katılmıştı bahsettiğimiz öbektekiler. Süreçte benimsenen demokratikleşmeler ya da anayasa değişiklikleri belki öbektekilerin AK Parti’nin yapmasını beklediklerini ya da umduklarını tam olarak yansıtmıyordu; yansıtmak bir yana kalsın, belki de arzu edilenlerin zıddıydı öbektekiler için AK Parti’nin yürüttüğü politikalar. Artık kimisi sussa da bu öbektekilerden de AK Parti’ye ve onu destekleyen Müslüman ve muhafazakâr seçmenlere destek yerine bol bol eleştiri geliyordu. AK Parti’nin yapıp ettiklerinin doğruluğunu ya da yanlışlığını, yani eleştirilerin yerindeliğini ya da uygunsuzluğunu tartışmıyoruz fark edilmişse. Tartıştığımız doğrudan o öbekte görülen bu “tavır değişikliği.” Acaba sahiden bu sadece bir tavır değişikliği miydi yoksa muhalif aydın olmanın dayanılmaz cazibesi mi?
Bana öyle geliyor ki durumun sadece bir tavır değişikliğinden kaynaklandığını ifade etmek epey ucuz bir değerlendirme olur. Muhalif aydın olmanın dayanılmaz cazibesi olarak nitelediğimiz husus çekici görünse de söz konusu öbekteki değişimi açıklamaya yetmez. Onlar sözümona 28 Şubat’ta Müslüman ve muhafazakârlara yöneltilen baskı ve şiddeti eleştirirken dahi unutulmamalı ki madunları savunduğu için kendini doğrulama ve hatta yüceleştirme fırsatı edinir. Aralarında samimi olanları ayırt ederek -ki onlar da genelde eleştirel bir duruşa sahiplerdir ama susmayı tercih etmişlerdir- belirtmek gerekir ki bu öbektekilerin önemli bir kısmı 28 Şubat’ta baskıya uğrayanlara destek verirken dahi bu güdülenimle hareket etmişlerdi. Modern Türk Ruhunun Trajedisi’nde yer alan bir yazıda bu tür meşrulaştırıcı-savunmacılara ihtiyaç duyulmaksızın ülkedeki baskıcı ve dışlayıcı toplumsal, siyasal ve ekonomik güç örüntüleri geri dönmemecesine değiştirilip demokratikleştirilince “aydın” statüsünün de bundan azade kalmadığından/kalamayacağından bahsetmiştim. Açık ki bu konumsal değişim o öbektekilerin söylemlerine bu şekilde yansıyor.