Gazze’de Sessiz Bayram

Gazze’de o sabah güneş, ölü bir gül gibi açtı. Ufuk, dumanla örtülmüş; toprağın her karışı kanla mühürlenmişti. Duvarlar yıkıktı ve hâlâ çocuk çığlıkları yankılanıyordu. Bugün, takvimlere göre bayramdı. Ama bu topraklarda takvimler, zamandan çok ölüleri sayardı.
Yedi yaşındaki Zeyneb, annesinin yırtık başörtüsüne sarılmıştı. Yaralı ve acılar içinde kıvranan küçük kardeşi Yusuf’un bedenini, enkazdan çıkardığı bir çarşafla örtmüş, başını eğmişti. Dudakları titreyerek şöyle fısıldıyordu:
“Bayram gelmiş neyime… Yusuf açken, annem toprağın altında uyurken…”
Mahallenin ötesindeki yıkıntıların arasında ihtiyar Ebu Salim yavaşça yürüyordu. O, bir zamanlar kelimelere sevdalı bir adamdı. Evinde Mevlânâ’dan Halil Cibran’a, Mahmud Derviş’ten Tolstoy’a kadar yüzlerce kitap vardı. Şimdi ne evi vardı ne kitaplığı. Hafızasında sadece bir ses yankılanıyordu, Türk asıllı şehit eşinden duyduğu Alvarlı Efe hazretlerinin şiirden ilk beyitler:
“Cân bula cânânını / Bayrâm o bayrâm ola /Kul bula sultânını /Bayrâm o bayrâm ola.”
Her bayram sabahı olduğu gibi bastonuna yaslanarak cami yıkıntısına yürüdü. O cami ki artık minaresiz, kubbesiz bir harabeydi. Ama yüreklerde yine de ezan vardı, vakit vardı, umut vardı.
Ayakta kalan bir duvarın gölgesinde İmam Mahir sessizliğe meydan okurcasına ezan okuyordu:
“Hayya ale’s-salâh… Hayya ale’l-felâh…”
Cemaatte enkazlar arasından çıkıp gelebilmiş sadece ondört kişi vardı: İmam Mahir, Zeyneb, Ebu Salim ve 8 yaşındaki Ali bunlardan bazılarıydı. İmam Mahir ve Ebu Salim dışındakiler kadın ve çocuklardı. Ali, savaşta iki kolunu kaybetmişti. Secdeye alnını koyarken ağlıyordudu. Çünkü artık burada ağlamak yas değil, ibadetti, sabırdı, direnişti...
Namazdan sonra suskunluğun içine rüzgâr gibi Ebu Salim’in sesi düştü. Sesi kısık ama kelimeleri ağırdı, yankı yaptı taşların, acıların, meleklerin arasında:
“Ey yetimler… Ey sabırla büyüyen dualar…
Bugün bayram.
Ama ne şeker var elimizde ne sevdiklerimizden bir ses.
Coğrafyamızın insanları günlük telaşelerinde iken toprak, ana gibi kucaklıyor bizi…
Evlerimiz yıkıldı, çocukluğumuz molozların altında kaldı.
Ama hâlâ göğe açılan ellerimiz var.
Ve o eller, tanktan daha güçlüdür.
Tebessüm edin. Çünkü zalim, bizim ağlamamızla beslenir.
Bayramlaşın. Çünkü dostluk, işgalin çözemediği tek bilmecedir.
Unutmayın çocuklar: Bayram, birileri adaleti getirince değil…
Mazlumun kalbinde umut yeşerince başlar.
Bizim bayramımız, gürültülü değildir.
Bizim bayramımız, bir çocuğun alnındaki öpücük,
bir kardeşin elini tutmak,
bir yudum suyu bölüşmektir.
Bayram, işte tam da budur:
Birbirinizi bırakmayın. Duaya sarılın.
Çünkü dua, füzenin ulaşamadığı yerdedir.”
Ebu Salim’in sözleri bittiğinde o an, bulutlar hafifçe aralandı. Güneş, harabe duvarın üstünden utangaçça sızdı. Zeyneb, Yusuf’un elini yavaşça bıraktı, Ali’ye uzandı.
“Bayramın mübarek olsun,” dedi usulca.
Ali gülümsedi. Zeyneb de… İlk defa…
Ve savaşın ortasında, üç çocuk birbirine sarıldı.
O anda, Filistin’in harabe bir sokağında bayram sessizce doğdu.
Bombalar durmadı. Açlık bitmedi. Zalimler hâlâ tahtlarında oturuyordu.
Ama üç yetim çocuğun, bir ihtiyarın ve yıkık bir caminin kalbinde, hakikat bir tebessümle zuhur etti.
Çünkü bayram,
ne sıcak evlerde başlar
ne de top sesleriyle.
Bayram,
yıkılmış bir duvarın dibinde
bir çocuğun gözyaşını
avucuyla silen elde başlar.
Bayram,
bir lokma ekmeği bölüşmek,
bir yarayı öpmek,
bir yetimin başını okşamaktır.
Ve unutma:
Bayram ve zafer,
sadece zalim titreyince değil,
mazlum gülümseyince kazanır…